XIII. YÜZYIL ANADOLU SELÇUKLU CAMİ MİMARİSİNDE GELİŞİM VE BEYLİKLER DÖNEMİNE ETKİLERİ 2020 Mayıs 09, 18:08
On birinci yüzyılın ikinci yarısından sonra, Malazgirt zaferini izleyen yıllarda Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuz boyları;...
On birinci yüzyılın ikinci yarısından sonra, Malazgirt zaferini izleyen yıllarda Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuz boyları; tüm ülkenin yapısını hem kırsal alanda hem de kentlerde büyük ölçüde değiştirerek, kısa zamanda kendi toplum yapılarının geleneklerine uygun bir mimari ortam yaratmışlardır.[1] Malazgirt zaferini izleyen birkaç yıl içinde büyük bir Türk nüfusunun Anadolu’ya yerleşmesiyle kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin (1077-1308); çeşitli mücadeleler, savaşlar ve karışıklıklar yüzünden XII. yüzyılın ortalarına kadar belirli bir yapı faaliyeti olmamıştır. Mimari açıdan Danişmendli, Saltuklu, Artuklu ve Mengücekli gibi Türkmen Beylikleri ile bir hazırlık dönemi geçiren Anadolu Selçukluları; XII. yüzyılın sonunda yerleşik düzenin temelleri sağlamlaştıktan sonra büyük bir yapı faaliyetine girişmişler, başta cami olmak üzere mescit, medrese, kümbet, hamam, darüşşifa, kervansaray gibi değişik işlevli yapılarla Anadolu’da mimari alanda yeni bir dönem başlatmışlardır. Bazen tek başlarına, bazen de yakın işlevli yapılarla bir külliye oluşturan Selçuklu Dönemi yapıları; Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklu yapılarıyla karşılaştırıldığında oldukça mütevazi ölçülerde oldukları görülmektedir. Ancak yapı tipleri, mimari ve bezeme özellikleriyle inanılmaz bir zenginlikte, yaratıcı bir araştırma ve deneme çabası içinde sürekli ve tutarlı bir gelişim çizgisi göstermektedirler.
Türklerin; Uygur, Karahanlı ve Gaznelilerden başlayarak Büyük Selçuklularla devam eden kubbeli yapı geleneği Anadolu’da da devam etmiştir.[2] Camilerde, medreselerin kare planlı avlularında, medrese odalarında ve kümbetlerin iç hacimlerinde örtü elemanı olarak kubbenin kullanıldığı görülmektedir. Türk mimarisinde kubbe, yüzyıllar boyunca sembolik ve mistik bir anlam kazanmıştır. Yeryüzünü simgeleyen karenin ve göğü simgeleyen kubbenin bir araya getirildiği kare planlı, kubbeli yapılar ise yer ve gök tasarımını birleştirerek doğrudan doğruya evren yapısı olmaktadırlar. Kubbe, geleneksel teknolojide ise geniş bir mekanı bölünmeksizin örtebilen tek mimari çözüm olabilmesi nedeniyle tercih edilmiştir. Anadolu camilerinde, o dönemin teknik olanaklarıyla çok sayıda cemaat için kapalı bir ibadet mekanı gerçekleştirmek önemli bir sorundur. Gerek tek başına, gerekse bir külliye içinde yer alan günümüze ulaşmış Anadolu camilerinin en yaygın tipi; İslâmiyet’in ilk yıllarından beri denenen, örtü sistemi çok sayıda sütun -paye veya ayak- üzerine oturan, mekan bütünlüğünün sağlanamadığı yapılar veya bu tipin değişik yorumlara uğramış örnekleridir. Başlangıçta kubbe, çok sayıda sütun ile parçalanan camilerin mihrap önüne -belki Büyük Selçuklu geleneği olarak- yerleştirilmiştir.
Bu dönemde kubbenin henüz simgesel anlamından öteye geçemediği, genellikle küçük boyuttaki yapılarda kullanıldığı ya da mihrap önü kubbesi olarak değerlendirildiği görülmektedir. Gerek camilerde sınırlı bir alanı olan mihrap önündeki kubbe, gerekse diğer yapı türlerindeki kubbeler -birkaç örnek dışında- henüz yapının plan şeması ile strüktürünü belirleyen ve iç mekan yönelişini şartlandıran ana tema olamamıştır.
Anadolu’da XII ve XIII. yüzyıl boyunca; Büyük Selçuklular, İlk Türkmen Beylikleri ve Anadolu Selçukluları tarafından çok sayıda kubbeli yapı gerçekleştirilmiştir. Bu yapılar arasında, toplu bir mekana yönelme ve kubbe gelişimi açısından özellik gösteren yapılara ilk olarak Büyük Selçuklular Dönemi’nde rastlanmaktadır. Büyük Selçuklular tarafından yaptırıldığı tahmin edilen Siirt Ulu Camii için, Anadolu’daki bilinen ilk tek kubbeli camidir, denilebilir. Kitabesine göre, 1128’de bir onarım geçiren caminin yapım yılı bilinmemektedir. Tuğla duvar örgülerinden anlaşıldığı kadarıyla ilk yapı; tonoz bingilere oturan kubbeli bir mekandan oluşmuşken daha sonra bunun doğusuna ve batısına birer küçük kubbe, eyvan ve buna dikey tonozlar eklenerek yapı genişletilmiştir[3] (Şekil: 1). Büyük Selçuklular tarafından yaptırıldığı tahmin edilen ve 1150 yılında onarılan Bitlis Ulu Camii’nde ise ilk defa simetrik, dengeli bir plan içinde mihrap önü kubbesi ile karşılaşılmaktadır. Bitlis Ulu Camii XII. yüzyılın tam ortasında önemli bir gelişmenin başlangıcını oluşturmaktadır (Şekil: 2).
İlk Türkmen Beylikleri olan Danişmendliler (1080-1178), Artuklular (1098-1234), Saltuklular (1071-1202) ve Mengücekler (1080-1277) ise Selçuklulardan önce Anadolu’daki ilk yapıları gerçekleştirmişlerdir.[4] Türkmen Beyliklerinden Artuklularda, mihrap önü kubbesi, ilk defa farklı bir anlayışla değerlendirilerek, bir bakıma yapının ağırlık merkezi durumuna getirilmiştir. Sürekli değişikliğe uğramış olmasına karşın Silvan Ulu Camii (1030); mihrap önündeki 1157 yılında tamamlanmış olması mümkün kubbesi ile bu alanda iyi bir örnektir (Şekil: 3). Kubbeli strüktür olanaklarının araştırıldığı bütün mekana egemen olan mihrap önündeki bu kubbenin, daha önceki mimari değerlendirmelerle, özellikle Büyük Selçuklulara ait İsfahan Mescid-i Cuması’ndaki Melihşah kubbesi ile benzerliği dikkat çekicidir. Bu dönemde, camilerin dışında medreselerde de, kubbenin kullanıldığı görülmektedir. Ancak medreselerde kubbe, farklı bir biçimde ele alınmış, camilere oranla daha geniş açıklıklar kubbeyle örtülmüştür. Bunun en güzel örneği, Tokat ve Niksar’daki Yağıbasan Medreselerinde gerçekleştirilmiş ve Anadolu’ya yepyeni bir mimari form kazandırılmıştır[5] (Şekil: 4-5). Danişmendliler Dönemi’nde, Nizameddin Yağıbasan tarafından yaptırılan bu medreselerdeki kubbeler, Anadolu Türk mimarisinin ilk anıtsal kubbeleridir.[6] Her iki Yağıbasan Medresesi’nin de gerek yapı gerekse plan şekliyle benzer olmaları merkezi-kubbeli medrese tipinin gelişi güzel ortaya çıkmadığını göstermektedir. Tokat Yağıbasan (Çukur) Medresesi’ndeki (1151-1152) 14 metre çapındaki basık kubbe, tromplarla orta avlunun duvarlarına oturmaktadır. Yaklaşık 8 metre çapındaki üst kısmı açık olan kubbenin kasnaksız oluşu, basık görünüşünü etkilememekte ve trompların çok aşağıdan başlamasına sebep olmaktadır. Merkezi avluyu örten bu kubbe, XII. yüzyılın ortasında Danişmendliler Dönemi’nde etkili bir mekan şekillendirmesinin gücünü yansıtmaktadır.[7]
Anadolu Selçuklu Dönemi’nde ise; camilerin büyük bir kısmı, tüm İslâm ülkelerinde gelenek haline gelmiş olan taş ayaklı veya ahşap dikmeli, düz damlı veya mihrap önü kubbeli ulu cami tipinin ya da bu tipin değişik yorumlara uğramış örnekleridir. Konya’da XII. yüzyıl ortalarında yapıldığı bilinen en eski Selçuklu camii olan Alaeddin Camii, mihrap önü kubbesi ve çok ayaklı, düz damlı plan tipi ile Büyük Selçuklu ve Artuklu camilerinde görülen şemanın devam ettiğini göstermektedir. Niğde Alaeddin Camii’nin (1223) mihrap duvarı boyunca uzanan üç kubbesi, yapının gerek içten gerekse dıştan Anadolu Selçuklularının mimari üslubunun bir araştırma çabası içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Mihrap önündeki bu kubbeler, küçük birer hacim denemesi sayılırsa da yapı içini sütunlardan kurtarıp toplu ve geniş bir mekana götürmekten uzaktır. XIII. yüzyılda ulu cami tipinden ayrılan ve toplu bir mekana yönelme düşüncelerinin ilk adımları olan ikinci bir ibadet yapısına daha rastlanmaktadır.
Küçük ölçekteki fazla dikkat çekmeyen planları ve sade cepheleri ile Selçukluların muhteşem yapıları arasında adeta kaybolmuş ve unutulmuş olan bu yapılar, mescitlerdir. Tasarım ve bezeme yönünden kendi içlerinde bir evrimi ve gelişmeyi içeren sınırlı sayıdaki bu küçük yapılar, Selçuklu mimarlık ve bezeme ortamı için sayısız değerlerle yüklüdürler. Özellikle Konya ve çevresinde ortaya çıkan ve küçük toplulukların ibadet ihtiyacını karşılamak üzere yapılmış olan kare planlı, kubbeli mescitlerde, küçük ölçüde fakat sağlam mekan denemeleri ve mimari gelişmeler dikkat çekmektedir. Bu yapılar, Beylikler Dönemi’nde de etkisini sürdüren ve geliştirilen plan şemaları, Osmanlı mimarisindeki kubbeli mekan gelişimine olan katkıları, yarı açık ve kapalı giriş bölümleri, kubbe geçişlerinin çeşitliliği, sade cephelerinin yanı sıra içlerindeki zengin bezemeleri ve çini mozaik mihrapları ile üzerinde durulması gereken yapılardır.
Mescitler; 4.00 m. ile 8.50 m. arasında değişen kare veya kareye yakın planlı, üzeri kubbe ile örtülü ana mekana sahiptirler. Sadece birkaç yapıda dikdörtgen plan şemasıyla karşılaşılmaktadır. Akşehir Kızılca Mescit’te dikdörtgen planlı mekanın oval bir kubbeyle örtülmesi, Konya Abdülmümin ve Beyhekim Mescitlerinde ise dikdörtgen alt yapının geçiş elemanları ile kareye dönüştürülmesi XIII. yüzyılda mekanın genişletilmesi yolunda atılmış ilk adımlar ve çabalar olarak değerlendirilebilir. Tek kubbeli Selçuklu mescitlerinde; tek mekanlı, iki mekanlı ve üç mekanlı plan tipi gelişmiştir. İki mekanlı olarak tasarlananlarda, ana mekanın önüne ikinci bir mekan eklendiği görülmektedir. XIII. yüzyılda tek kubbeli strüktüre dayalı yapı, biçimsel olarak kendi içinde bir bütün oluşturmasına karşın, kubbe boyutları henüz geniş bir mekanın örtüsü olabilecek niteliğe erişmediğinden sınırlı bir ibadet yapısı durumundadır. Bu nedenle kubbeli ana mekanın önüne giriş bölümü olarak kullanılan ikinci bir mekan eklenmektedir. XIII. yüzyılda bir yenilik olarak ortaya çıkan giriş bölümleri, kapalı ve yarı açık olarak biçimlenmektedir.
XIII. yüzyılda yapılmış olan giriş bölümlü mescitlerin içinde Konya Hacı Ferruh Mescidi (Taş Mescit) ayrı bir yer tutmaktadır. XIV. yüzyıl camilerinde büyük gelişmelere varan tek kubbeli ve önünde kapalı bir giriş bölümü bulunan plan şeması, ilk bu yapıda görülmektedir. İç ve dış portalleri ve Selçuklu camilerinde bile az rastlanan zengin taş bezemeleri ile Anadolu cami mimarisinde önemli bir yere sahiptir. Özgün biçimini koruyan ve yapım yılı kesin olarak bilinen 1215 tarihli Konya Hacı Ferruh Mescidi’nden yola çıkılarak, giriş bölümlerinin önce kapalı olarak biçimlendiği daha sonra ön cephenin dışarı açılarak yarı açık giriş bölümlerinin oluşturulduğu tahmin edilmektedir. Giriş bölümü yarı açık mescitlerde; iki yan cephe, ana mekan duvarlarının öne doğru uzatılması ile kapatılmakta veya yan cephelerden biri minare ile sınırlandırılmaktadır. İki yandan kapalı hale getirilen giriş bölümünün ön cephesi bazı örneklerde sütunlar veya ayaklar üzerine oturan kemerlerle dışa açılmaktadır. Ana mekanın sınırlı oluşu nedeniyle gereksinim duyulmaya başlanan giriş bölümlerinden bazılarının; mescitlerin kuzey cephesinde, mihrap yönünde yer alması, birkaçında mihrapçeye rastlanılması bu bölümlerde namaz kılındığını ve son cemaat yeri olarak tasarlandıklarını düşündürmektedir. Giriş bölümü, yarı açık ve kapalı olarak tasarlanan bu yapılar son cemaat yerinin ilk örnekleri ve öncüleridirler.
Üç mekanlı plan şeması ise sadece bir yapıda görülmektedir. Konya Bulgur Dede Mescidi’nde, ana mekanın önüne yarı açık bir giriş bölümü, batısına ise ikinci bir mekan eklenmiştir. Yapı, giriş bölümünde yer alan mihrabının anıtsal ölçülerde olması ve ana mekanın zeminden yükseltilmesi ile farklı bir plan şemasına sahiptir.
Mescitlerde duvarlarla sınırlandırılmış kare mekanı örten kubbe, ana motif karakterinde olmakla birlikte ezici ölçülerde değildir. Yapım tekniklerinin getirdiği statik sınırlamalar nedeniyle daha büyük açıklıkların geçilemediği görülmektedir. Kubbe doğrudan doğruya yapının beden duvarları üzerine oturmakta, duvarlardan kubbeye kasnaksız geçilmektedir. Kubbe geçiş elemanlarındaki çeşitlilik ise dikkat çekicidir. Büyük Selçuklu geleneği olarak en çok tercih edilen geçiş elemanı tromp olmakla birlikte, trompun oldukça sadeleştiği görülmektedir. Geçiş elemanı olarak trombun yanı sıra pandantif ve üçgenli kuşakta kullanılmaktadır. Özellikle üçgenli kuşağın çeşitli biçimleri denenmiştir. Bunlardan biri Konya Beyhekim Mescidi’nde uygulanarak, dikdörtgen planlı alt yapı üçgenli kuşakla kareye dönüştürülmüş ve üzerine kubbe oturtulmuştur.
Beylikler Dönemi Etkisi
XIII. yüzyılın ikinci yarısında Selçuklu idaresinin zayıflaması, yüzyılın sonunda tamamıyla Moğol egemenliğine girmesi ve dağılmasıyla; Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, sayıları yirmiyi aşan ve giderek güçlenen Beylikler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.[8] Başta merkezi otoritenin zayıflaması olmak üzere birçok siyasi ve toplumsal olayın sonucunda ortaya çıkan Anadolu Beylikleri; varlıklarını kanıtlamak istercesine yoğun bir imar faaliyetine girişmişler ve Anadolu’da mimari alanda yeni bir dönem başlatmışlardır. Bu dönemde; XIV. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu Selçuklularının mimari üslubunun etkisinde kalındığı, Selçuklu geleneğinin ve sentezinin bir şekilde korunduğu görülmektedir. Ancak bir taraftan da farklı bölgelerde, Beyliklerin politik ilişkilerine ve hakim oldukları bölgenin yerel geleneklerine bağlı olarak birtakım denemeler, araştırmalar ve yenilikler ortaya çıkmıştır. Bazen bölgeler arasında farklılıklar ve değişik üslup gelişmeleri de kendini belli etmektedir. Orta ve Kuzey Anadolu’da, yeniliklere rağmen genel çizgileriyle Selçuklu Devri’nde hakim olan üslubun izleri ağır basmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Selçuklu Devri’nde de olduğu gibi Suriye ve Mısır’daki Zengi, Eyyubi ve Memlûk İslam sanatı geleneği kendini hissettirmeye devam etmektedir. Batı Anadolu’da ise yenilikler ve üslup gelişmeleri artmakta özellikle Osmanlı Beyliği’nde yeni bir arayışın çeşitli ilginç denemeleri görülmektedir.
Selçuklularda birçok yapıda görülen taş ayaklı, sütunlu veya ahşap dikmeli, düz ahşap tavanlı, kemerler üzerine oturan ahşap çatılı, tonozlu, çok kubbeli veya mihrap önü kubbeli cami tipleri Beylikler Dönemi’nde de kullanılmıştır. Bu plan tiplerinde, birçok yapı yapılmış,[9] plan tipleri geliştirilerek birçok yenilik denenmiştir.[10] Ancak bu plan tiplerinin içinde; XIII. yüzyıl tek kubbeli Selçuklu mescitlerinde denenen ve merkezi mekan anlayışının ilk örnekleri olan şema ve önlerindeki giriş bölümleri, Beylikler Devri’nin en yaygın cami ve mescit tipi haline gelmiştir. XIV ve XV. yüzyıl Anadolusu’nun hemen hemen her bölgesinde görülmeye başlanan tek kubbeli plan şeması, teknik olanakların zorlanmasıyla yeni mekansal gelişmelere öncü olmuştur. Bu yapılarda denenen merkezi plan şeması, Osmanlı döneminin tek kubbeli ve üç bölümlü son cemaat yeri bulunan klasik cami tipini oluşturmuş ve gelişerek anıtsal, merkezi planlı Osmanlı camilerini hazırlamıştır.
Ana Mekana Etkisi
Anadolu Selçukluları Dönemi’nde; mekanın büyütülmesi ve tek bir kubbe altında toplanması düşüncesinin ilk ürünü olan ve XIII. yüzyılda deneme yapıları olarak değerlendirilebilecek özelliklere sahip tek kubbeli mescitlerin plan şeması, XIV. yüzyılda geliştirilerek tek kubbeli camilerin ana şeması haline getirilmiştir. XIII. yüzyılda mescitlerin kubbe çapı 4.45 m.’den 8.10 m.’ye kadar çıkarılmış, tek kubbeli mekanı genişletmek amacıyla çeşitli plan tipleri denenmiştir. Tüm bu çabalara karşın XIII. yüzyılda kubbe boyutlarının henüz geniş bir mekanın örtüsü olabilecek niteliğe erişemediği görülmektedir. XIV. yüzyılda ise mekan sorunu bilinçli olarak ele alınarak teknik olanakların zorlanmasıyla tek kubbeli strüktürün çeşitli örnekleri denenmiş; hemen hemen aynı yıllarda birbirine çok yakın karakterde camiler yapılarak mekanın genişletilmesi ve kubbe çapının büyütülmesi sorunu çözülmeye çalışılmıştır (Tablo: 2).
XIV. yüzyılın başında, kare planlı tek bir mekandan oluşan; Bursa Alaeddin Camii (1326), Afyon Kubbeli Mescit (1330) ve İznik Hacı Özbek Camii’nde (1333) yaklaşık 8.00 m. olan kubbe çapı, yüzyılın ortasında Gebze Orhan Camii’nde 12.00 m.’ye, XV. yüzyılın başında Balat İlyas Bey Camii’nde (1404) ise 14.50 m.’ye çıkarılmıştır. XIV. yüzyıl içinde tek kubbeli camilerin strüktür açısından iddialı bir örneği olan Mudurnu Yıldırım Bayezıt Camii’nde (1388); sekizgen kasnağa oturan kubbenin daha da büyüyerek 19.65 m.’ye çıktığı görülmektedir. Ancak burada kubbe çapı, cami yüksekliğine oranla fazladır ve mekan kubbeli bir yapıdan çok anıtsal bir çadır olarak etki yapmaktadır.[11]
XIV. yüzyıldaki tek kubbeli camilerin gelişim çizgisi içindeki en önemli değişiklik ise; belirli bir kubbe açıklığı ile sınırlı olan kare mekanın, yan hacimlerle genişletilmesidir. Merkezi kubbenin altında toplanan mekanın, Bilecik Orhan Camii’nde (XIV. yy. başı) birer kemerle dört yönde eyvan şeklinde, İnönü Hoca Yadigar Camii’nde (1374) yine kemerlerle, Mut Lal Ağa Camii’nde (1356-1390) ise yarım tonozlarla yanlara doğru genişletilmesi bu doğrultuda ilk denemeler olarak kabul edilebilir (Tablo: 3). İznik Yeşil Cami’de (1378-1392) ortaya çıkan ve son cemaat yerini yapının içinde de tekrarlayan plan şeması ise, kare planlı ana mekanın genişletilmesi yolunda önemli bir adımdır. Böylelikle, Selçuklu mescitleri ile bağımsız bir kimlik kazandırılan tek kubbeli kare mekana, XIV. yüzyılda kubbe çapının büyütülmesi ve mekanın genişletilmesiyle “Ulu Cami” olabilme imkanı da kazandırılmıştır.
Tek kubbeli camilerde başlangıçta kubbe yükünü taşıyan duvarlar kalındır, iç mekanın aydınlatılması için gerekli olan açıklıklar sınırlıdır ve henüz dış kitleye dokunulmamıştır. Teknik olanakların gelişmesiyle zamanla duvarlar incelmiş, pencere sayıları artmıştır. Bu dönemde tek kubbeli strüktür gelişirken, bir yandan da çok ayaklı camilerdeki mihrap önü kubbesinin büyütüldüğü görülmektedir. Mekanın toplu olarak ele alındığı Manisa Ulu Cami (1366-1376) ile ilk defa çok ayaklı cami bünyesinde toplu ve geniş bir mekana doğru gidilmektedir.
XIV. yüzyıldaki bu yenilikler, deneme ve arayışlar Osmanlı mimarisinin alt yapısını hazırlamaktadır. Bu yüzyılda çeşitli tipleri görülen kare planlı ve tek kubbeli şema benzer çeşitlemeleriyle XV. yüzyılda da camilerin temel mimari biçimi olmaya devam etmiştir. İstanbul Firuz Ağa Camii, XV. yüzyılın sonunda tek kubbeli cami tasarımının geldiği noktayı göstermesi açısından önemli bir örnektir. XV ve özellikle XVI. yüzyılda tek kubbeli hacmin sınırlanmış mekanını yaymak amacıyla kubbeli strüktürün tüm olanakları araştırılmış, kubbe duvarlardan kurtularak mekan içinde egemen bir hale getirilmiştir. Ana mekanın genişletilmesi ve kubbe çapının büyütülmesi XVI. yüzyılın tüm olanakları ile birleşerek yeni boyutlar kazanmıştır. Artık tek kubbeli yapılar yerine, merkezi kubbeli veya merkezi planlı yapılar yapılmaya başlanmıştır. Merkezi planlı yapılarda, yapı tümüyle kubbe strüktürüne göre biçimlenmekte ve ana mekanın büyüklüğü merkezi kubbenin büyüklüğüne bağlı olduğu için yine kubbe çapının büyütülmesi sorunu ile karşı karşıya kalınmaktadır. Kare planlı ana mekanı örten kubbenin çapı Selçuklu mescitlerinde 8.10 m. iken Beylikler Devri’nde 19.65 m.’ye çıkarılmış ve gittikçe genişleyerek XVI. yüzyılda 31.50 m.’ye ulaşan ölçüsüyle anıtsal boyutlara erişmiştir.
Son Cemaat Yerlerine Etkisi
Son cemaat yerlerinin Anadolu cami mimarisinde ilk ortaya çıkışı ve sistemli olarak kullanılışı XIII. yüzyıl tek kubbeli Selçuklu mescitlerinde olmuştur.[12] Giriş bölümleri kapalı olan Konya Hacı Ferruh (Taş Mescit) ve Beyhekim Mescitleri ile giriş bölümleri yarı açık olan Konya Zenburi, Karatay, Hoca Hasan, Sırçalı, İnce Minare Medrese, Akşehir Kileci ve Akşehir Taş Medrese Mescitleri; son cemaat yerinin ilk örnekleri ve öncüleridirler. XIII. yüzyılda tek kubbeli mescitlerde ana mekanın sınırlı oluşu nedeniyle gereksinim duyulmaya başlanan giriş bölümleri önce biçim olarak gelişmiş; XIV. yüzyılda ise tutarlı bir biçimde yerleşerek, sadece kuzey yönüne yerleştirilip yükseltilerek ve bazen de mihrapçe konularak, biçim ve işlev bakımından tamamiyle son cemaat yerine dönüştürülmüşlerdir (Tablo: 4). Bu dönemde, kare planlı ve tek kubbeli camilerin gelişimi sürerken son cemaaat yeri de yapı tasarımı içindeki yerini almıştır.
XIV. yüzyılda fonksiyonel bir son cemaat yerinin ilk olarak hangi yapıda biçimlenmeye başladığını belirlemek güçtür. Karaman Beyliği Dönemi’nde, kare planlı ancak düz toprak damlı bazı mescitlerde, girişten sonra yazlık denilen ve hazırlık yeri niteliğinde olan hacimler yer almaktadır (Ermenek Akça Mescit 1330, Ermenek Ulu Camii 1302).
Yine Karaman Beyliği Dönemi’ne tarihlenen mihrap önü kubbeli Ermenek Meydan (Emin Rüstem Paşa) Camii’nde; mihrap yönünde yer alan, iki taş ayağın taşıdığı düz damlı yarı açık bir son cemaat yeri bulunmaktadır. Ancak tarihi bilinen ilk örnek olarak son cemaat yerinin kubbelerle örtülü olduğu Milas Hacı İlyas Camii (1330) kabul edilmektedir. Bursa Alaeddin Camii’nin (1326) son cemaat yeri, depremler ve onarımlar sonucu oldukça değişmiştir. Bulunan izlere göre oluşturulan plan kabul edilirse, Milas Hacı İlyas Camii’nden dört yıl önce kubbeli bir camide ilk son cemaat yerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu yapılardan sonra XIV ve XV. yüzyıllar boyunca tek kubbeli camilerde son cemaat yeri geliştirilerek çeşitli biçimleri denenmiştir. İznik Hacı Özbek Camii (1333) ile 1930’lu yıllarda yıktırılan İznik Hacı Hamza Camii’nde (1345) mihrap yönünde olmayan iki sütunlu giriş bölümleri, fonksiyonel bir son cemaat yeri fikrinin henüz oluşma aşamasında olduğunu ve Selçuklu geleneğinin son bulmadığını göstermektedir.
Selçuklu mescitlerinde ana mekanın sınırlı oluşu nedeniyle gereksinim duyulmaya başlanan kapalı ve yarı açık giriş bölümleri ile fonksiyonel bir son cemaat yeri mimari motifi hazırlanırken aynı zamanda farklı bir cephe düzeninin de temelleri atılmıştır. XIV. yüzyılda minarelerin kuzeydoğu veya kuzeybatı köşeye yerleştirilmesiyle cephe biçimlenişinin tamamlandığı birçok cami için öncü yine Selçuklu mescitleridir.
Selçuklu mescitlerinin dış görünüşlerinde önemli bir etkisi olan minareler, giriş cephesinde yer almakla birlikte XIII. yüzyılda henüz yeri belirlenmemiştir. Ayrıca plan ve kütlede yapı ile tam bir kaynaşma içinde olmadıkları görülmektedir. Mescitlerdeki giriş bölümü -minare beraberliği, XIV. yüzyıl camilerinde son cemaat yeri- minare beraberliğine dönüşerek, plan ve kütlede yapı ile tam bir uyum ortaya çıkmıştır. Kastamonu İbni Neccar Camii (1353); mihrap yönünde yer alan, önden ve yandan kemerler üzerine oturan üç kubbeli son cemaat yeri ve caminin bünyesine katılmış minaresi ile bu tipin XIV. yüzyılın ikinci yarısındaki en gelişmiş örneklerinden biridir. İznik Yeşil Camii’nin (1378-1392) sırlı tuğla bezemeli minaresi ise XIV. yüzyılın sonlarında bile Selçuklu geleneğinin hâlâ sürdüğünü gösteren ender örneklerdendir.
XIV ve XV. yüzyıl Osmanlı camilerinin ön cepheleri ise çoğunlukla Selçuklu mescitlerindeki giriş bölümlerinden gelişmiş olan revak motifiyle düzenlenmiştir. Klasik Osmanlı mimarlığında ön cephelerin dışında yan cephelerde de kullanılmış olan yan revaklar, fonksiyon bakımından Selçuklu mescitlerindeki giriş bölümleri ile aynıdır. Revak şeklindeki bu bölümler öylesine yerleşmiştir ki cami olmayan yapılarda da cephe mimarisinin ana elemanı olmuşlardır (İznik Nilüfer Hatun İmareti 1388, İznik Yakup Çelebi Zaviyesi XIV. yy., Bursa Yıldırım Bayezıt Türbesi 1406).
Bu dönem mimarisinde bazı özgün ögelerin, yapım tekniklerinin ve bezeme unsurlarının da geliştirildiği görülmektedir. Bezemeler, özellikle ön-giriş cephesinde, son cemaat yeri cephesinde ve portalde yoğunlaşmakta, yan cephelerde ise pencerelerin bezenmesi ile sınırlı kalmaktadır.
Sonuç olarak; XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu Dönemi mimarisi kendinden sonra gelen Beylikler Dönemi mimarisini etkilemiştir. Beylikler Devri’nde, Selçuklu mimarisinin canlılığını kaybettiği; fakat bu arada Osmanlı sanatındaki anıtsal üslubun hazırlandığı söylenebilir. Beylikler Devri mimarisi, belirli bir karakter ortaya koymaktan çok, mimari alandaki deneme ve arayışları ile Osmanlı mimarisine bir alt yapı hazırlamıştır.
Yıldız Teknik Üniversitesi Meslek Yüksekokulu / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 7 Sayfa: 865-871
DIĞER HABERLER
-
TÜRKIYE'NİN EN DEĞERLİ PARASI
26 Haziran 2023, 12:44 -
TRT BELGESEL'DE TÜRK YOK MÜSLÜMAN MI VAR ?
25 Haziran 2023, 20:46 -
KUTÜ'L AMÂRE ZAFERİ
29 Nisan 2023, 12:24 -
Atatürk: Bir Ümmeti Millet Yapma Yolunda Bir Ömür
15 Nisan 2023, 01:25 -
Tabip: Dr. Reşit Galip (Baydur)
15 Nisan 2023, 01:21 -
Günümüz Macar Turancılığı
15 Nisan 2023, 01:16 -
Efsane Paşa Hasan Kundakçı Vefat Etti
17 Ocak 2023, 15:31 -
ANADOLU ÖZ BE ÖZ TÜRK VATANIDIR
03 Ocak 2023, 16:18 -
TÜRK’üm Diyorsan BİLMEK Zorundasın ...
04 Ekim 2022, 13:36 -
Bir Padişahın Kuluna Bak Birde Tanrı'nın Kuluna.
21 Şubat 2022, 12:28