TÜRKİYE CUMHURİYETİ REJİMİNDE BATILILAŞMA OLAYLARI VE FİKİRLERİ 2020 Mayıs 09, 18:08
I. Batılılaşma Olayları 1. “Türkiye”nin Kuruluşu Modern bir toplum olmak ve modern bir devlet kurmak...
I. Batılılaşma Olayları
1. “Türkiye”nin Kuruluşu
Modern bir toplum olmak ve modern bir devlet kurmak alanında sarf edilmiş olan gayretlerin iki yüz yılı kapsayan şeması, Batılılaşmak meselesinin anahatlarını da ortaya çıkarmaktadır. Daha doğrusu bu gelişmenin adı “Batılılaşmak”tır. Başka memleketlerin tarihlerinde olduğu gibi, bu çabaların varmak istedikleri gaye, yaşanılan zamanın şartlarına göre, hürriyetçi bir nizamın kurulmasıydı. Hürriyetçi rejim, Batı’da mutlak iktidarla savaşarak kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda bu tarz bir çatışmaya hayli geç bir tarihte rastlanmıştır. Oysa hürriyetçi bir düzenin kuruluşu, Batılılaşma probleminin büyük mikyasta çözümü demektir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İmparatorluk Sèvres Antlaşması’yla, hukuken ve fiilen ölüme mahkûm edilmişti. Türkler için yeni, millî bir devlet kurmaktan başka realist bir çare kalmamıştı. Bu devlet bugünkü Türkiye Cumhuriyetidir. Ve kuruluşunda, şemasını çizmeye çalıştığımız tarih olaylarının, derinlemesine tesirini görmek mümkündür ve lâzımdır da… Zira başka bir açıklama ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı ideolojik prensipleri, hatta Türklerin hangi âmillerin etkisiyle bu devleti kurduklarını anlamaya imkân yoktur.
Batı ile Doğu Arasında
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti devresinde aramak gerektir.[1] 1920 yılında başlamış olan bu devre, bir geçit safhasının bütün özelliklerine sahip olmuştur. İmparatorluğun hâkim unsuru olan bir kitle tamamen yalnız, kendi kaderiyle baş başa kalmıştı. Mutlakiyete karşı savaşın heyecanı ve İkinci Meşrutiyet’in tecrübeleriyle oldurduğu bir kitle, işgal baskısından kurtulmanın imkânlarını aramak ödeviyle karşılamıştır. TBMM’yi teşkil eden mebuslar, önce de belirtildiği gibi, sırf bu iş için yetiştirilmiş bir neslin mensupları değildiler. Meşrutiyetin siyasî olayları ve fikir hayatı içinde yetişmişlerdi. Çeşitli partilere, fikir cereyanlarına mensuptular. TBMM çeşitli fikirler ve tezatları barındıran bir Meclis olmuştur. Kısaca belirtmek gerekirse, bu Meclis bir inkılâp organı olarak Doğu ile Batı arasında, eski ile yeni çatışmasını çözmeye savaşmıştır. Doğu-Batı arasında, her iki blokun ideolojik çarpışmaları içinde, TBMM’nin hareket tarzı Batılılaşmak problemi bakımından birinci derecede önemi haizdir. Türkler, millî bir devletin kurulmasını istiyorlardı. Başlangıçta ne Doğu ne de Batı, bu tip bir devletin kurulmasına taraftardılar. İki hasım bu dünya arasında TBMM Hükûmeti’nin tutumu konumuzu yakından ilgilendirir. Batıyı temsil edenler Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleriydi. Batı adına hareket ettiklerini daima tekrarlamışlardır. Loyd George ve Georges Clémenceau, bütün XIX. yüzyılı kaplamış olan Türkler aleyhindeki propaganda bu Başvekillerin imzalarını taşıyan metinlerde resmîleşmiştir. Lloyd George Türkleri Kızılderililere benzetmiştir, Müttefiklere Osmanlı ülkesini işgal etmek hakkını bu kıyaslamaya istinat ettiriyordu. Georges Clemenceau’nun iddiaları ise “Onlar Konseyi”nin adına Osmanlı Delegasyonuna gönderdiği bir memorandumda son haddini buluyordu. Kısaca, Türkler müstakil bir Devlet kuracak kabiliyete sahip değildiler. Orta Anadolu’nun birkaç vilayetinden ibaret, yarı müstemleke halinde idare edilmeye lâyıktırlar. Resmî metinlerin bu ifadeleri yanında geniş bir Türk aleyhtarı edebiyat almış yürümüştü: Türkler Avrupa’dan (Batı’dan) eski yerleri olan Asya’ya kovulmalıydılar. Avrupa’da bulunmaları Batı’nın ahlâkını bozuyordu. Zaten bu fikirlerin gerçekleştiricisi olarak işgal orduları Anadolu’ya çıkarılmışlardı. Batı adına hareket edenler, bağımsız bir Türkiye’nin kurulması bir tarafa, onlara Devlet kurmak hakkını dahi çok görüyorlardı. Batı emperyalist bir gaye ile, milliyetçi hareketleri ve inkılâpçıları desteklemiyordu.
Doğu, değişik bir gaye ile milliyetçi hareketleri destekliyordu. Doğu’yu Sovyet Rusya temsil ediyordu. Gayesi, bilhassa Asya’daki halk kitlelerinin milliyetlerini idrak etmelerini sağlamaktı. Bu merhaleye ulaşıldıktan sonra, milletleşen kitleler Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğine ilhak edilecekti. Milliyetçi hareketler bu sebeple destekleniyordu. Aslında böyle bir davranış millî bir devletin kurulmasını desteklemekten farklıydı. Kaldı ki, Türkiye, Batı ile Doğu arasında tampon durumunda idi.
TBMM, bu iki ateş arasında çalışmıştır. İki hasım dünya arasında bağımsız bir yol bulmak, kolay olmamıştır.[2] Türkler ne bir Sovyet peyki olmak istiyordu, ne de bir yarı müstemleke olmayı. TBMM’nin kendi istediği, bağımsız bir Türkiye’nin kurulmasıydı. Yeni Devlet Batı demokrasisi örneğinde vücuda getirilmek isteniyor, Batı camiasına katılmak gayesini güdüyordu. Tarihin bu safhasında, Türkler Batılı olmak için Batı ile savaşmışlardı. Bu olay, Batılılaşma problemi bakımından atılmış kesin bir adımdır. İmparatorluğun başaramamış olduğu bir harekettir. Anadolu hareketine inkılâp vasfını verdiren âmillerden en kuvvetlisi “ideolojik istiklâl” olarak böylece ortaya çıkmaktadır.[3]
Yeni Unsurlar
TBMM Hükûmeti’nin giriştiği hareketin genişliğini tamamen müdrik olduğu da anlaşılmaktadır. Gerçi varılacak gaye bakımından çeşitli görüşlerden bahsetmek mümkündür. İmparatorluğun devamını düşünenler muhafazakâr, yeni bir Devletin kurulmasını isteyenler inkılâpçı idiler. Fakat her iki grubun da mensupları mazinin olduğu gibi devamını asla terviç etmemişlerdir. İmparatorluğun devamını özleyenler bile, onun suçlarını, sorumluluğunu kabul etmişlerdir. Bunların bir daha yapılmamasını istemişlerdir. Meclis müzakereleri bu hususta bir çok örnek vermektedir. Meselâ, hangi gruptan olursa olsun, mebuslar İmparatorluğun gerileme sebeplerinden birisi olarak hükûmet edenlerin ehliyetsizliğini ileri sürmüşlerdir. İkinci Meşrutiyetin, “Hürriyeti ilan” etmesine rağmen, istibdadı nasıl geri getirdiğini belirtmişlerdir. Bu tarz tartışmalar mebusları Batı’nın hükûmet şekillerini anlamaya, araştırmaya, kıyaslamaya götürmüştür. Muhafazakârlar, bu şekillerin İslâmî olup olmadığını incelemişlerdir. Fakat Batı daima göz önünde tutulmuştur. Siyasî müesseselerin Batı’dan alınması bir zaruret olarak ortaya çıkmıştır. Bununla beraber, alınacak olanların “memleketin ruhuna uygun olması” bir şart olarak ileri sürülmüştür. Karahisarı Şarkî mebusu, 1921 Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun müzakereleri sırasında üzerinde konuşulan bir müessesenin Batı’da kabul edilmemiş olduğunu söyleyen arkadaşına şu sözlerle mukabele etmiştir: “Bu esas memleketin ruhundan doğmuştur. Garpte yok diye reddetmek mânâsıdır. Evvelâ biz tatbik ile örnek olalım cihana.”[4]
“Memleketin ruhuna uygun kamulaştırma faaliyeti” TBMM Hükûmeti’nin yeni gayesi, yeni bir Devletin kaidesi olmuştur. Ve “Şeriate uygunluk” prensibinin yerine geçmiştir. Belki bu yeni prensip içinde, memleket ruhuna uygun olarak Şeriatın da yer aldığı ileri sürülebilir. Fakat teokrasinin tam mânâsıyla hâkim olduğu İmparatorlukta, hiçbir suretle aktif bir değer verilmemiş olan yeni bir unsur devlet hayatında yer almıştır: Halk. Şer’i şerifin yüzde yüz hakim olduğu devrelerde, halk (millet) pasif bir unsurdu. Devletin idaresinde hiçbir rolü yoktu. Meşrutiyete girdiği yere kısmen yerleşmişti. 1920’de ise, asıl ev sahibi, hâkimiyetin gerçek sahibi olacaktır. O kadar ki, halk siyasî hayatın sadece bir unsuru olarak kalmıyor, her türlü iktidarın kaynağı, sahibi oluyordu. Sırf bu esası sağlamak için, TBMM’nin en gerçek bir şekilde, şu veya bu müessesenin Batı’da bulunup bulunmamasıyla meşgul olmayarak, bir temsil esasını (seçim sistemini) araştırdığını görürüz. Mahmut Esat (Bozkurt) İntibahı Mebusan Kanunun memleketi temsil etmeyen bir seçim sistemini tanzim ettiğine kâni idi ve fikirlerini ünlü idealist Fransız sosyalisti Saint Simon’un “Parabole”ünü hatırlatan bir üslûpla ifade etmiştir: “Memleket demek siyasiyat, edebiyat, münevverler demek değildir. Bir memleket iktisadiyatından teşekkül eder. Çiftçiliği, mimarisi, demirciliği, saraçlığı ilâh… Birtakım meslek erbabı o memleketi kurar, yaparlar. Bu meslekler yapılmadığı gün memleketten eser kalmaz. Meclisi Alî’ye bu memleketi asırlardan beri kılıçlarıyla, sapanlarıyla müdafaa eden çiftçiler girecektir. Bunlara cahil demek bütün bir mukaddesatı tahkir etmektir.”[5]
Millî hâkimiyet prensibinin tam bir şekilde kullanılabilmesini sağlamak için değil yalnız seçim sisteminin değiştirilmesi, yarı doğrudan demokrasi müesseselerinin kabulü dahi müzakere konusu olmuştur (referandum gibi). TBMM Hükûmeti “vatandaşın saltanatını” Osmanlı tahtına tercih ediyordu. Bu alanda fikirler kesindi. Karahisarı Şarkî mebusu Mesut Beye göre, “Sahte halkçılık olamazdı. Kanun yapmak hakkını ahaliye vermek yerinde” olurdu.[6] Beliren ve genelleşen kanaat o idi ki “millet hâkim olmalıydı. Vekilleri değil.”[7] Dersim mebusu Tevfik Bey’e göre, “Köylü Hasan idâre istiyor”du.[8] Balıkesir mebusu Vehbi Hoca, “biz köylünün irâdesiyle buraya gelmişizdir” diyordu.[9] Halkın veya milletin, her çeşit iktidarın sahibi olarak ortaya çıkması, millî hâkimiyet prensibinin ne derece kuvvetle yeni Türk devletinin ideolojik temeli olduğunu göstermektedir. “Tanzimattan beri hükûmetten nefret etmiş ve ezilmiş olan halkın” saltanatıydı bu. Ve Osmanlı sisteminden tamamen farklı, Batılı bir demokratik düzenin kurulması demekti. Böylece, sırf millî hâkimiyet prensibinin kabulü, onu gerçekleştirecek bir hukuk nizamını ve müesseselerinin araştırılmasını gerektirmiştir. Bu müesseseler ise sadece Batı’da vardı ve oradan alınabilirdi. Çünkü İslâm hukuku bu alanda boşluklara sahipti. Bu oluşlardan sonra, 1921 Teşkilâtı Esasiyesi’ni ilân eden Halkçılık Beyannamesi (13 Eylül 1920) daha iyi anlaşılabilir. Türkiye’nin İkinci anayasası olan 1924 Teşkilâtı Esasiye Kanunun müzakerelerinde de aynı mahiyette fikirlere rastlanacaktır. İlk defa olarak, siyasî müesseselerin İslâmî değerleri hakkındaki tartışmalara 27 Mayıs 1960 hareketinden sonra kurulmuş olan Anayasa Komisyonunda yer verilmemiştir. Bu gerçek bir yeniliktir. TBMM Hükûmeti’nin bu yolu bulması Batılılaşma probleminin bir çözümünü daha keşfetmesi demek oluyordu.
Eski ile Yeni Çarpışması
Asıl ve önemli mesele, Meclis içindeki İnkılâpçı-Muhafazakâr grupların doğrudan doğruya Batılılaşmak konusundaki çatışmaları olmuştur. Durumu canlandırmak için başvurabileceğimiz örnek TBMM Hükûmeti’nin son bulduğu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinden birkaç yıl sonraya rastlar. Böylece eski-yeni dâvâsının yılların ağırlaştırdığı bir heyecanla tartışılmasına şahit olunacaktır. Her iki hatip de, TBMM Hükûmeti devresinin mebuslarıdırlar: Erzurum mebusu Ziya Hoca ile İstanbul mebusu Hamdullah Suphi (Tanrıöver).[10] Ziya Hoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma, dogmatik bir zihniyeti ve muhafazakâr bir çevreyi, Medreseyle İlmiye sınıfını temsil etmekteydi. Bu zihniyet eski tezlere dayanmayı, 1925 yılında da, ihmal etmemiştir. Hamdullah Suphi Bey karşı tarafın fikirlerini şöyle özetlemiştir: “İslâm kadınlarını fuhşa sürüklüyorlar, sarhoşluğa himâye ediyorlar, ahlâkı tereddiye uğratıyorlar, mukaddesâtı diniye ihmal ediliyor… Tehlike var, tehlike var.” “Garp medeniyetini fezahatlari (rezaletleri) levsiyatı (murdarlıkları) ile beraber alıyoruz.” Yeni bir neslin, lâyik devlet kurucuları neslinin mümessili olan İstanbul mebusunun bu iddialara vermiş olduğu cevabın tamamın bu sayfalara almak gerekirdi. Cevap o derece mânâlıdır, yeni bir devri temsil edecek kadar önemlidir. Biz özetlemekle yetineceğiz. “Karşımızdakiler zannediyorlar ki, medeniyet bir kıt’adan diğer bir kıt’aya geçerken gümrüklere uğrar. Ziya Efendi Hazeratı ile beraber bir komisyon teşkil ederiz. Önlerine kâğıtlarını alırlar ve dışardan içeriye ne gelirse madde madde görürler. O gelen ne? Lokomotif. Buyursun içeri. Bu gelen ne? Dans. Kabul etmiyoruz, kapı dışarı. Medeniyetler bir memlekete girerken gümrüklere uğramaz. Şunun bunun mütalâasını almaz, tasvibini beklemez. Gelenler eğer birtakım ihtiyaçların, birtakım zaruretlerin neticei tabiiyesi ise, mutlaka içeri girer, mâni olamayız.” Hamdullah Suphi Beye göre, sanayileşmek mecburiyetinde olan Türkiye’ye fabrikalar getirdiğimizi düşünelim.
Amele-Patron mücadelesi zaruri olarak beraber gelecektir. “Hocam böyle olmaz. Fabrika girdi mi, sosyalist akideleri de içeri girer. O akideler makinenin bünyesine dahildir.” Yerde yatan sarhoş Türk devriminin getirdiği yenilikleri temsil edemez: “Dinen memnu olan müskirat, din zuhur ettiği gün de mevcut idi. Toprağın üstünde asmalar salkım verdiği günden beri, sarhoş meydandadır.” Hamdullah Suphi Beye göre yenilik, Batılı gibi düşünmemiz, bu düşünce sistemini veren müesseselerin varlığı demektir: “Türk toprağında, yabancılar yerleşmedi. Çünkü, Harbiyeniz var, Tıbbiyeniz var. sebebi budur.” Yenilik müşahhas bir tarifle nedir? “Askerliği bir buçuk seneye indiren kanundur. Aşârın ilgasıdır, uzun bir geceden sonra memleketin ufkunda doğan Hâkimiyeti Milliyedir.” Ve nihayet şu sonuca varılabilir: “.Zulümlere karşı isyan eden nesillerdir ki -Ahlâkım var- diye bağırmak hakkını kazanmışlardır. Yeni nesiller eski nesillerden daha yüksek bir ahlâka mâliktirler.” Yeni nesil İlmiye sınıfını da, dayandığı Medrese zihniyetini de mahkûm edecek, Türk Devrimini İmparatorluğun ıslahatçı gelişmelelerine bağlayacaktır. Bir buçuk asırlık bir müddetten beri “.Türkiye’nin sahnesinden benimle hemfikir olan kimse yoktu. Ben içtimaî yeni bir örnek olarak ancak seksen seneden beri mevcudum. Seksen, nihayet yüz seneden beridir ki, zavallı Türk milleti yeni rehberlerinin arkasında kurtuluş mücadelelerini yapıyor, Meşrutiyetini ilân ediyor. Cumhuriyetini tesis ediyor. Bunları yapanlar kimlerdir? Bakınız, aralarında Ziya Efendiler var mıdır?. O insanlar bizim neslimizdir. Yüz seneden beri hürriyeti, tekâmülü, teceddüdü arayanlar onlardır ve nihayet memleketi muzaffer edenler de onlardır.” Hamdullah Suphi Bey, Ziya Hoca’nın fikrinin karikatürünü yapmıştır: “Türk Devletinin İnhitat sebepleri, Florya’da kadın, erkek beraber suya girmek ve Beyoğlu’nda dans etmek. Bu ikisi kalkarsa memleket kurtulacaktır. Bu iftiradır. İrticadır.”
2. Batı Medeniyetine Geçiş Kararı Kesin Karar
1920’den beri açıklanan tez, modern (asrî) ve medenî bir toplum haline gelmektir. Türk inkılâbının bir Numaralı Adamı olarak TBMM Reisi İcra Vekilleri Heyetinin tabiî Reisi, Başkumandan, CHP Genel Başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün siyasî tefekkürüne hâkim ana hat bu olmuştur: “Medenî ve asrî bir heyeti içtimaiye” olmak. Türk inkılâbının normal gelişme yolu buydu. Atatürk’e göre, “Millet ve memleketin irfan ve medeniyetini sağlamak”, “asrî ve medenî bir idare olmak”, “medeniyetle mütenasip medenî hakların” vücudunu sağlamak, bir hükûmetin normal ödevleri arasındadır. Türk İnkılâbının mahiyeti ise “Cenkçilik ve maceraperestlik değil, insanî ve medenî mefkûrecilik”tir. Türklerin giriştikleri inkılâp hareketi, dünyanın hürriyetçi oluşlarından ve fikir hareketlerinden ayrılamaz: Millî kurtuluş hamlelerini dile getiren en büyük fikir hareketleri, şahsî saltanatların ve köhnemiş müesseselerin düşmanıdır. “Yeni Türkiye Devleti, cihana hâkim o büyük ve kadir fikrin Türkiye’de tecellisidir, tahakkukudur.” Millî hâkimiyet prensibi, çağdaş medeniyetin ortaya çıkardığı “en ulvî, en necip” fikirlerin ve iştiyakların bir sonucudur.[11]
Bu fikirler gelişerek tabiî sonuca varılmıştır: Batı medeniyetini kabul etmek. Başka bir deyişle medeniyet alanının değiştirilmesi. En ileri medeniyet seviyesi Batı medeniyeti olduğuna göre, Türkiye’nin gayesi bu seviyeye ulaşmak olmalıydı. Türkiye’nin yaşama davâsı bu suretle formüle edilmiş oluyordu. Bunun dışında, ancak geriliklerle beslenen bir hayat telâkkisi kalıyordu. Bir Devletin gerçek idarecileri olan aydınlar bu dâvânın gerçekleştiricileri olmalıydılar.
Batılı bir hayatın kurulabilmesi için, evvelâ siyasî hayata hâkim olan prensip ve müesseselerin değiştirilmesi sonra da yeni hayat tarzının yeni bir hukuk düzeniyle korunması gerekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalmış, onu dahi yaşatmakta aciz göstermiş statik bir hukuk nizamı ile yeni bir Devletin yapısını kurmaya imkân yoktu. Bu safhada Türkiye yepyeni bir yola girmiştir. Bu alandaki topyekûn değişiklikleri, Devlet Başkanı, Medenî Kanun projesinin sona erdiği sırada, Ankara Hukuk Fakültesi’ni açarken açıkça ilân etmiştir (5 Kasım 1925): Hukuk değişikliğinin temeli lâyiklik prensibi olacaktır. Cumhuriyet Türkiyesi’nde eski hayat kaideleri yerine yeni hayat kaidelerinin, eski hukuk yerine yeni bir hukukun kaim olması söz götürmez bir “emri vâkidir.” Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukuk esaslarını temelinden yıkmak teşebbüsündedir.”[12]
Devlet başkanının bu alandaki fikirleri Meclisin toplantı yılını açış konuşmalarında, hükümetin icraatını özetler, gelecek yıllarda yapılacak işleri bildirirken daima tekrarlanmıştır.[13] Fakat 1934 yılında, Mussolini’nin Batı Anadolu’ya karşı açıkladığı iştihalarına cevap olarak tertiplenen askerî manevralar sırasında, Atatürk’ün not edilen bazı fikirleri, Batılılaşmak meselesine doğrudan doğruya temas etmeleri bakımından önemlidir: “Uysal ve asyaî itikatlara bağlı, sinsi ve sindirici hurâfeler, köstekleyici yanlış itiyatlarla inhisarcı kuvvetlerin tesirine sürüklenebilecek yığınlarda iyi inkılâplar için plebisit yapılamaz. Esasen millet irâdesiyle milleti temsil edenler münevverler olacaktır. Bunlar, yaptığımız ve yapacağımız kanunlarla inkılâplarımızı kökleştirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaştırılacaklardır. Bugün iki kere sekiz on altıdır. Bu on kişi böyle dese ve yüz kişi de on diye ısrar etse yüz kişinin dediğini mi kabul edeceğiz?. Biz artık Garplıyız, Eski dünyaya hâkim eski medeniyetimizle sadece övünerek değil, bütün zincirleri kırarak, son asır medeniyetinin gittiği yollardan yürüyerek, bu seviyenin de üstüne çıkmaya çalışacağız. Hurâfeleri atacağız. İlimde, irfanda, san’atta, her iyi şeyde, nurlu insanlar büyük, asil ve uysal milletimizi nurlarıyla, bilgileriyle, azimli icra ve iradeleriyle birlikte bu yola götüreceklerdir. Şüphesiz ve mutlak olarak hedefe ulaşacağız.”[14]
Özetlemeye çalıştığımız bu fikirler Batı medeniyetinin bir bütün olarak kabul edildiğini kesin bir karar halinde açıklamak bakımından önemlidir. Daha sonra da görülebileceği gibi, Atatürk bu tezin savunulmasında yalnız kalmamıştır. Bu fikirler, millî ve siyasî hayata hâkim bir çevrenin gerçekleştirmek istediği sosyal ve siyasî bir tez, Türk İnkılâbı adı verilmiş olan fikir ve hareketler bütününün gelişmesini üzerine almış bir ekibin programı olmak bakımından ilgi çekicidir.
İnkılâp, Halk’a Karşı Bir Gidiş Midir?
Klâsik tarifler, ihtilâl ve inkılâbı çok defa birbirine karıştırmakta, her ikisinin müşterek vasfı olarak hukuk dışında ortaya çıkan siyasî bir şiddet ameliyesi oluşunu göstermektedirler.[15] Daha sonra, bu hareketlerin çeşitleri üzerinde durulur. Orta Doğu’da cereyan eden olaylar, tarih ve coğrafyanın verdiği bir özellik taşırlar. Orta Doğu’nun ihtilâlci hareketlerini, bazı bakımlardan dünyanın başka yerlerindeki benzer hareketlere bağlamak mümkündür. Büyük dinlerin doğduğu ve sayısız kollara ayrıldığı, büyük medeniyetlerin dört yol ağzı bu bölgede, ihtilâl hareketleri ağır baskılara maruzdurlar.
Türkiye’nin millî kurtuluş hareketinde görüldüğü gibi, sırf yabancı boyunduruğundan kurtulmak için yapılan hareket tam sayılamaz. Kalıntı ve harabe halindeki bir medeniyet alanından, üstün bir medeniyet seviyesine geçiş problemini çözmek gerekir. Bu zarurî değişme, bağımsız, millî, Batı örneğinde bir demokratik sisteme varmayı mı gaye edinmiştir? Yoksa, millî ihtilâlin gerçekleşmesi bir gaye değil de, Sovyet bloğuna katılmak için bir vasıta mı sayılacaktır? Orta Doğu milletleri iki ateş arasından geçmek zorundadırlar. Baskıların şiddeti bu bölgede, her yerden fazla hissedilecektir. Batı’ya karşı savaşarak, Batı medeniyetini kabul etmek isteyen memleketlerde, durum hayli zorluklarla karşılaşılmasını gerektirmektedir. Bu tarz bir program geniş ve muhafazakâr kitleye tatbik edilecektir. Ve bu uygulamayı aydınlar, ya da inkılâpçılar deruhte edeceklerdir. Rasyonel, çağdaş bir sosyal ve siyasî programın uygulanması, muhakkak ki muhafazakâr çevreleri memnun etmeyecektir. Türk sistemi, bir medeniyet programının benimsenmesi için icabında geniş kitleye karşı durulabileceği prensibinden hareket etmiştir. Bu suretle, bir mecburî kültür değişmesi hareketine girişilmiştir. Fakat, Siyaset İlmi alanında, halka karşı, icabında zorla gidiş’ten maksut olan nedir? Umumî efkâr mekanizmasının tahlilinden elde edilen sonuç odur ki, bir kitlenin herhangi bir şeyi istememesi, o şeyin kitleye istetilmemesidir. Bu ameliye, çeşitli siyasî kuvvetlerin umumî efkâra tesir vasıtalarıyla tekemmül eder. Devrimci bir memlekette, inkılâp yapan bir memlekette, belli bir programın halka rağmen yürütülmesi, muhafazakâr kuvvetlerin baskısı altında bulunan bir kitleyi o kuvvetlerin tesirinden, tahakkümünden kurtulmak anlamını kazanmaktadır. Şu halde ortaya hamleci ve gerici kuvvetlerin çarpışması çıkmaktadır. Türkiye, işte bu ince ve derin toplum meselelerini devrim hareketleriyle, çözmeye çalışmıştır. İnkılâp, prensip itibârıyla geri kuvvetlere karşı yapılmıştır. Niçin geri idiler? Hangi sebeple, bunlara bu sıfat verilmiştir? Türk inkılâbının kurucuları, bu hakkı tarihin içinden almışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesine âmil olanlara başka bir sıfat izafe etmeye imkân yoktur. Bunların başında aslında liberal olan bir dini, muklakiyeti meşrulama vasıtası yapan, onu statik bir hüviyete sokan İlmiye sınıfı geliyordu. İnkılâpçılar bu açık tezlerine dayanarak, muhafazakâr çevrelerle mücadele hakkını kendilerinde bulmuşlardır. Bu çarpışma sadece şiddete dayanmamıştır. Halkın seviyesini yükseltmeğe matuf eğitim ve öğretim seferberliğine geçilmiştir. Devrim, halkı muayyen bir medenî seviyeye çıkarmayı gaye edinmiştir. Bu merhaleye varılıncaya kadar da, Devrim tansiyonu muhafaza edilmiştir. Bu noktada, inkılâp metodunun, demokratik bir sistemin icaplarıyla karşılaştığı görülmüştür. İleride bu meseleye temas edilecektir.
“Millî Rönesans” Formülü: Üçüncü Kuvvet
Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir devlet olduğunu, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunmayan özellikleriyle delillendirmek gerekir. Türkiye, millî bir devlettir. Onun etik temelini vücuda getirmiş olan Müdafaai Hukuk hareketi, ferdî haklardan ziyade, Wilson Prensiplerine dayanarak, millî hakların savunulmasını gaye edinmiştir. Yalnız, Türkiye’nin İmparatorluk ve her türlü şahsî hükûmet şeklinin reddine dayanan bir doktrin gereğince kurulması isteği, ona Batı düzeninde demokratik bir yapıya sahip olmak ödevini de yüklemişti. Bu devlet, teokratik değildir. Şöyle ki, ne devlet, ne de fertler dini temsil eden ve onu yorumladıklarını iddia eden organların vesâyeti altında değildirler. Bu olay, Türklerin Batılılaşmak uğruna dinlerini değiştirdikleri anlamına gelmez. Zaten böyle bir iddia ilmî bakımdan çürüktür. Fakat, teokrasiyi reddeden bu devlet, yüzyıllardır, modern bir toplum olmayı önleyen engellerle, İslâmın asla tecviz etmediği şekilde, kendilerini ilmî bir üstünlüğe sahip gören ve yegâne, tabiî idareci sınıf sayan Muhafazakâr çevreye ve dayandığı zihniyete karşı mücadele edilerek kurulmuştur.
Osmanlı Devleti, teokratik (aynı zamanda siyasî, yani monarşik) yapısını, vaktiyle bedevî bir kavmi dünyanın en büyük medenî topluluklarından birisi yapmış olan İslâm dininin mazisine ve faziletlerine bağlamıştı. Bu uzak ve yapıcı bir maziydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları bunu inkâr etmemişlerdir. Bir örnek olmak üzere Halifeliğin İlgası Kanunu’nun I. maddesi gösterilebilir: “Halife hal’edilmiştir. Hilâfet, hükûmet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.”[16] Maddenin özü olan tez üzerinde muhafazakâr çevreler tarafından hayli şey söylenmiştir. Fakat yalnız bu örnek, gelişmeleri İslâmcı bir yoruma tâbi göstermek bakımından zikre değer. Cumhuriyetçiler yeni devletin mazisini tarihin daha da içlerine doğru götürmüşlerdir. İslâmın medenî bir mazisi olduğu muhakkaktı. Fakat Türklerin daha eski ve medeniyetin hayli ileri seviyesine çıkmış bir mazisi vardı.
Türkler, İslâmdan önceki mazileriyle, medeniyetleriyle övünmeliydiler. İslâm, Türkleri “bedevviyet” halinde bulmamıştı. Türkler, Müslümanlığı esir bir kavim olarak kabul etmemiştiler. Kendi törelerine, devlet şekillerine, teamüllerine sahip idareci bir kavim olarak bu dini benimsemişlerdi. İslâmiyete şekil vermişler, İslâm Devlet sistemini zamanın icaplarına göre geliştirmişlerdi. İslâm dünyasını ilerletmişlerdi.[17] Bu mazi, Türkler için bir kuvvetti. Bir taraftan, İslâmlığı bozuk düzen yorumlayan hocaların karşısına, bir taraftan da Batı medeniyetini eski Yunana bağlayan ve Türklere “medeniyetsiz” diyen Lloyd George ve Clemenceau’ların karşısına, bir üçüncü kuvvet olarak çıkarılmalıydı. Onu aramak ve anlamak gerekirdi.
Bu mazi aynı zamanda bir kurtuluştu: Dilde, sanatta, edebiyatta, tarihte, ilimde, yeni bir zihniyetin doğuşunda bir vesâyetin reddiyesiydi. Türk İnkılâbı olarak adlandırılan gelişmelerin çıkış noktasını bu tarih olayında aramak lâzımdır. Bu suretle İslâmcı Rönesans fikrine karşılık, Türkçü (millî) rönesans tezi savunulmuştur. Kendi kendini aramanın, hiçbir suretle, statik ve dogmatik bir esasa dayanmaması gerekiyordu. Maziye, Orta Asya’yı anış bir geriye dönüş sayılmamıştır. Bu “bizim de hem Avrupalılar, hem de Araplar gibi eski bir medeniyete sahip olduğumuzu” delillendirmek için, daha millî olmanın şartları arasında mütalaâ edilmiştir. Cumhuriyet rejimi, “Türkün unutulmuş” ya da unutulmak istenmiş hatta inkâr edilmiş “medenî hasletlerini” ortaya çıkarmak için bir vasıtadır. Batılı bir vasıtadır. Türkler, ferdî ve millî şahsiyetlerinin kendi kendilerini idâre sistemiyle gelişeceğine inanmışlardır. Bu ise, asırlık çabaların mahsulü olan demokratik bir sistemin kuruluşuydu. Bu köklü özellik, Tanzimatçı ikiliği de ortadan kaldırmıştır. Lâyiklik prensibinin sonucu olarak, Devletin gayesinde ve müesseselerindeki ikilik kalkmıştır. Millet-Hanedan, Monarşi-Teokrasi, Urfî-Şer’î ayrımları kaybolmuştur. Saray-Ordu-Yeniçeri üçgenine dayanan kuvvetler arası karşılaşma, halk unsuru içinde erimişlerdir. Demokratik rejimlere hâs siyasî hayat (iktidar etrafında mücadele) bir tek parti rejiminin son bulmasıyla yerleşmeye başlamıştır. Türk halkı, seçimin kudretine inanmıştır. Siyasî hayatın kontrolü, inkılâpçı bir ekibin elinden umumî efkârın hâkimiyeti altına girmek yolunu tutmuştur. Bundan böyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “Üç tarzı siyaset” (Osmanlılık, Türklük, İslâmlık) formülü de varlık sebebini kaybetmiştir. Gene lâyiklik prensibinin bir sonucu olarak, yeniliklerin şer’i şerife uydurulmasına da lüzum kalmamıştır. Bu çeşit bir vesayetten kurtulmuş olan bir toplumda ferdî hürriyetlerin geniş bir şekilde tanzimi demokrasinin aslî bir zarureti olarak ortaya çıkmıştır.
Müşterek Medeniyet
Türkiye’nin girişmiş olduğu büyük tecrübe, ilk defa bir Orta Doğu milleti tarafından yapılmıştır. Türkler bu işin altından kalkabilirler miydi? Bu soru sorulmuştur. Batı umumî efkârı, başıboş köpeklerin Hayırsızada’ya atılmaları dolayısıyla, Türklerin medeniyetsizliğinden bahsetmiştir. Hatta Mr. Ralph Bunch, 1955 yılında Monterey’de henüz lise çağındaki talebelerden mürekkep dinleyicilerine, tarihin büyük “genocyde”lerini (tehçir suçu) hatırlatırken, Hitler’in yanına Türkleri de koymuştur. Bu fikirlerin ilmî araştırmalar karşısındaki değerleri çok zayıftır. Son ilmî incelemeler tamamıyla aksi sonuçlara varmışlardır. Anadolu veya Osmanlı Türklerinin vasıfları bugün objektif esaslarla ortaya konmuştur:
Kuvvetli bir milliyet duygusu, büyük bir dünya Devleti kuracak siyasî ve idarî kabiliyet, İslâmiyeti kabulden önce sahip oldukları medenî ve siyasî imkânlar ve tecrübeler. Anadolu Türkleri, önce bütün Türk dünyası, sonra İslâm dünyası, daha sonra Orta ve Yakın Doğu ve Doğu Avrupa’da bu kabiliyetlerini geliştirmişlerdir.[18] Türkler “Ne istediklerini bilen millettir.”[19] Bu bölge Türklerinin millî kurtuluş hareketlerini gerçekleştirdikleri üç yıl gibi kısa bir müddet içinde (1920-1923) yalnız askerî değil, fakat siyasî alanda elde ettikleri sonuçlar göz önünde bulundurulursa radikal bir inkılâbı başaracakları da kabul edilebilir. Bütün Türk dünyası içinde en fazla Batılı olanlar Anadolu Türkleridir. Asıl önemli olan mesele, Anadolu Türklerinin Orta Doğu’nun diğer milletlerine nazaran haiz oldukları farklardır. Bunlar arasında Türklerin Batılı ıslâhat hareketlerine en evvel başlamaları görülmelidir. Meşrutî, parlâmenter, demokratik hareketlerin Doğu’daki öncüleri Türklerdir. Eğer Orta Doğu memleketleri Batı’yı Türkler gibi anlayıp hareket etselerdi, dünya tarihi bugün bambaşka bir seyir takip edecekti.[20] Hemen bütün Orta Doğu’da hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun eski parçaları halinde Osmanlı-İslâm teşkilâtı hâkimdir. Bunun tek istisnası Türkiye Cumhuriyetidir.[21] Türk inkılâp hareketlerinin tarihin kaderini değiştirecek bir tesire sahip olmalarının sırrı buradadır.[22]
Genel bir kanaate göre, Türkler iyi askerdir. Askerî hasletleri yanında, diğer medenî, idareci kabiliyetlerinden pek az bahsedilmektedir. Türk inkılâbını idare eden ekibin bilhassa bu iddiayı cevaplandırdığı görülür. Eski bir medeniyeti anış ve arayışın sebeplerinden birisi de bu olaydır.
Türkiye, yirminci yüzyıla hâkim olan medeniyete yeni bir anlam vermeye çalışmıştır. Dikkat edilirse, nutuklarında ve metinlerinde kanunların mucip sebeplerine, bilhassa Atatürk’ün kullandığı “muasır medeniyet”, “bu asrın medeniyeti”, “medeniyet âlemi” terimlerinin yer aldıkları görülecektir. Bu medeniyet “müşterek medeniyettir.” İnsanlığın malı sayılmalıdır, Türk inkılâbının hümanist cephesi ile bir kere de bu anlam dolayısıyla karşılaşılmaktadır. Batı’daki dinî çevreler bu medeniyetin Hıristiyanlığın eseri olduğunu savunmuşlardır. Türkiye’deki muhafazakâr çevreler de aynı teze taraftarlık göstermişlerdir. Doğu Hıristiyanlarının Batı’dakilerin siyasî ve sosyal seviyesine erişemedikleri göz önünde tutulduğu takdirde, böyle bir tezin gerçeklere uymadığı derhal belirecektir. Türk devletinin kurucuları da bu tezi reddetmişlerdir. Bugün gelenekçi görüşler hâlâ bu tezin savunucularıdır.
İnkılâplar ve Demokrasi
Türkiye XX. yüzyılın içinde bulunduğumuz safhasında, dünyanın iki ideolojik cepheye ayrıldığı bir devrede, Batı devletleri manzumesi içinde yer almış bulunmaktadır. Hem Batılı bir toplum hem de Batılı milletler arası garanti sisteminin faal bir uzvu olmak durumundadır. Türkiye’nin Batılı bir devlet olması, demokratik bir sistemin bütün icaplarını yerine getirmekle ödevli olması demektir.
Demokrasi, sadece millî ve bağımsız bir devletin kurulması değildir. İstiklâl, kollektif millî hakların ifadesi ve sağlanması olarak kendi kendini idare etme yolundaki gayretlerin şartı olabilir. Fakat bu şartlardan birisidir. Türk devriminin gayesi, ilk hedefi millî hürriyetlerin elde edilmesi olmuştur. Demokrasinin diğer temel şartlarından birisi, ferdî hürriyetler sisteminin bugünün sosyal şartlarını asla ihmal etmeyerek köklü bir şekilde kurulması, yerleşmesidir, teminatlandırılmasıdır. İstiklâlini almış insanlara, hürriyet zevkini asla vazgeçemeyecekleri bir kuvvetle aşılamasıdır. İstiklâlin sağlamaya çalıştığı millî birliği kollektif dayanışma, hür bir iklimde yaşama imkânları tamamlar. Türkiye, başlangıçta belirttiğimiz gibi bugün bu çetin problemin ortaya çıkardığı buhranlar çözmek ödevi ile karşı karşıyadır.
Türkiye, demokrasinin yerleşmesini sağlayacak sosyal ve ekonomik şartlara sahip olmak bakımından, Orta Doğu bölgesinde en müsait memleket sayılmıştır. Ülke ve nüfus ölçüleri, iktisadî gelişmesi, gelirin paylaşılması, sanayileşme, din ve dil birliği, eğitim derecesi, teşkilâtlandırma kabiliyeti bakımlarından, Türkiye diğer devletlere nispetle avantajlı bir durumdadır.[23] Fakat Türkiye demokratik bir nizamın kurulmasına iki yönden çalışabilir. Bizatihi kendi imkânlarını kullanarak, iç gayretlerle ve dış ekonomik yardımlardan faydalanmakla. Şüphe yok ki kendi çabaları müessir sonuçları yaratacaktır. İki yüz yıla yaklaşan tarihî gelişmeleri daima faydalanılacak gelenek, teamül ve denemeleri sağlamak bakımından emin bir lâboratuvar vazifesi görebilir. Bu alanda memleketin aydınları, bilhassa bütünüyle iktidar mekanizması önde bir rol oynayacaktır. Ve hürriyetçi bir hukuk nizamını vücuda getirecektir. Millî imkânın ve vasıtalarla kalkınma, kısa vadeli siyasî tedbirlerin (seçim sistemi, yeni anayasa müesseselerinin kuruluşu, parti faaliyetlerinin düzenlenmesi gibi) ve uzun vadeli sosyal tedbirlerin (eğitim, öğretim, mütehassıs kadroların yetiştirilmesi, istikrarlı bir ekonomi gibi) alınmasını gerektirir. İç ve dış ekonomik tedbirler de (yatırımlar, dış yatırımlar, enflasyonu önleyici hareket tarzı gibi) demokkratik bir yerleşmenin şartları olarak mütalâa edilmelidir. Müşahadeler göstermiştir ki iktisadî gelişme, meselâ Japonya’da olduğu gibi, süratle sanayileşme, “daha fazla hürriyet ve demokrasi getirmemektedir.” Hattâ eğitim ve sanayileşme Nazi Almanya’da olduğu gibi “monolitik bir diktatörlüğü” önlemeyebilir.[24] Şu halde, ekonomik tedbirler ve kalkınma programları, hürriyeti kısmadan demokratik müesseselerin kuruluşu ve işleyişiyle birlikte gelişmelidirler. Kalkınma programlarının demokratik ölçüler içinde ayarlanması mümkündür. Ve zaruridir. Şu halde, evvelâ iktisadî kalkınma, sonra siyasî demokrasi formülü hürriyetçi bir nizama varmak yolunda bir garanti sayılamaz. Demokrat Parti liderlerinin düştükleri büyük hata, dünya tarihinde bu telâkkiyi ispat edecek bir delil olarak yerini almıştır.
Diğer bir mesele de “demokrasi=çoğunluk” formülünün etrafında gelişmektedir ve siyasî hayatımızı daimî surette işgal etmiştir. Demokrasi sadece aritmetik bir çoğunluk hesabı değildir. Yapılan hareketlere, vatandaşları baş hesabıyla nazara alarak meşruiyet vermek ve bunu demokrasinin tek şartı olarak göstermek yalnız şeklî bir özellikle yetinmektir ki, demokrasi ile bağdaşamaz. Çünkü demokrasi bir ideolojidir. Her şeyden önce muayyen prensiplerin gerçekleştirilmesidir. Demokrasi ütopya değildir, bir yaşama, bir medeniyet şeklidir. Çoğunluğun iradesi bu prensiplerin müesseseleştirilmesi ve tatbiki hakkında tezahür ederse demokrasi vardır. Bu nokta da derhal “demokrasiyi feda eden, Cumhuriyet mevhumu ile telifi kabil olmayan” tek parti rejiminden bahsedilmektedir. Millî iradenin bu rejim içindeki fonksiyonu soruşturulmaktadır.
Evvelâ tek parti rejiminin memleketimiz bakımından haiz olduğu mahzurlar üzerinde duralım: Blok halindeki Meclis çoğunlukları karşısında fren vazifesini görebilecek tesirli muhalefet müesseseleri olamamıştır; Anayasa mekanizması dondurulmuş teamüller teessüs edememiştir; siyasî hayat gayet zayıf kalmıştır. Tek parti memleketin sosyal hayatının nâzımı, diktatörü olmuştur. Meclis hükûmeti sistemini kendisine elverişli bulan tek parti çoğunluğu Meclis İç Tüzüğü’nü istediği şekilde ayarlayarak Meclisin de hâkimi kalmıştır.
Fakat tek parti rejiminin şu özelliklerini de unutmamak gerekir: Fiilî bir karaktere sahip olmuştur; faşizm veya nasyonal sosyalizmde olduğu gibi hukuk nizamları vücuda getirmemiştir. Geçici karaktere sahip olmuştur, iktidar partisinin seçimleri kaybetmesiyle yeni demokratik müesseseler kurulmamıştır. Bugün hâlâ bu müesseselerle yetinilmektedir. Kendisini ve ideolojisini “Weltanshaung” olarak ilân etmemiştir. Lâyik bir karaktere sahip olmuştur; hurafelerden kuvvet alan çevrelerle mücadele etmiştir. Batı’da görülen diktatörlüklerde ve “örtülü demokrasilerde”ki gibi totaliter olmamıştır. Tanzimat telifçiliğini ortadan kaldıran kesin kararlar almıştır. Zarurî bir devrim hareketinin mahsulü olmuştur.[25]
Türkiye’deki tek parti rejiminin özellikleri incelendiği zaman görülecektir ki, yukarıda kaydettiğimiz mahzurlar çok partili rejimlerde de olabilirler. Bir fikrimizi tekrarlayarak söyleyelim, meclislere ezici bir çoğunluğun hâkim olduğu ve çoğunlukların hâkimiyetini karşılayacak kuvvetli umumî efkâr müesseselerinden yoksun her devlet şeklinde ve hükûmet sisteminde muayyen bir partinin çoğunluğu o memleketin siyasî ve sosyal hayatına hâkim olmak imkânlarını elde edebilmektedir. Bugünkü meselelerin çoğu aynı mahiyetteki olaylardan doğmaktadır.[26] Şu halde şikayetçi olduğumuz bu mahzurların tek sebebi tek parti rejimi değildir. Başka sebepler de vardır. Tek parti rejiminin liderleri, demokrasiyle beraber demokrasinin zemini olan medenî bir iklimin hazırlanmasını program edinmişlerdi. Kitleyi bu seviyeye çıkarmış olanlar bu yetkilerini inkılâbın tansiyonundan ve kurtarıcılık vasıflarından almışlardır. Millî seviyeyi muayyen bir medeniyet merhalesine çıkartmak isteyenlerin demokrasiyle bağdaşmayan tedbirleri[27] tarihimizde görülen istisnaî, bir defaya mahsus fonksiyonlarını tamamlamış hareketler olarak vasıflandırılmıştır. 1950’den itibaren ise, bu sefer demokrasi nizamını hedef edinmiş bir devrenin başlamış olmasını kabul etmek, Batılılaşma meselesinin tamamen bu açıdan görmek gerekir.
Anayasa dilinde millî hâkimiyet, millet, milletin irâdesi gibi, Fransız İhtilâli’nden beri sık sık kullanılan terimlerin anlamı üzerinde de durmak lâzımdır. Bu anlam tektir: Seçmenler çoğunluğunun, bu yoldan meclis çoğunluğunun îradeleri. Demokratik prensiplerin, zihniyetin ve teamüllerin bir meclis umumî heyet içinde yerleşmesi hürriyetçi bir hukuk nizamının kurulması için hiç olmazsa kısa vadeli tedbirlerin isabetle alınması bakımından bir teminat sayılabilir. Bu bakımdan demokrasi aydınlar rejimidir. Üçüncü Selim devrinden beri müşahedeler odur ki, iktidarlar, hürriyetçi bir nizamın kurulmasında, kendi kendilerini sınırlama pahasına müspet roller oynayabilmişlerdir. İktidarın geçici muayyen şartlarla kullanılmak üzere verilmiş bir emanet olduğu, alınmadan verilebileceği kanaatinin yerleşmesi Türkiye’nin Batı Demokrasisini taklit değil fakat ona kendi yardımını getirebileceği göstermek bakımından önemlidir. Nitekim dünya tarihinde ilk defa olarak yabancı hukukçuların müşahedesini hatırlatarak kaydetmek gerekirse Türkiye tek partiden çok partiye geçişi başarıyla sağlamıştır.[28] Batı dünyasına, Batılı müesseselerin kendi toplumunda müspet sonuçlarını vererek gelişeceklerini ispat etmiştir. DP iktidarı on senelik süresi içinde Türkiye’de 1945’te muvaffak bir şekilde kurulmuş olan çok partili rejimi, aldığı çeşitli tedbirler sonunda ortadan kaldırma yoluna gitmiştir. Bu suretle Türkiye’nin sür’atli bir gelişme yolunda elde ettiği örnek bir başarı yok olma tehlikesi ile karşılaşmıştır. Çok partili rejimin ortadan kaldırılmasına doğru safhalı bir şekilde alınmış olan tedbirler evvelâ amme hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasıyla başlamış ve sonunda her türlü siyasî ve sosyal faaliyetin yalnız ve kazaî yetkilerle de teçhiz edilen ve meclisteki DP çoğunluğu içinden teşkil edilmiş olağanüstü bir tahkikat komisyonu tarafından kesin surette durdurulmasına kadar gitmiştir. Bu hareketin Türkleri ihtilâl hakkını kullanmaya sevk etmesi şu anlama gelir ki, Türkler kolektif bir hürriyet olan İstiklâl Mücadelesi’nden sonra ilk defa insan hak ve hürriyetlerinin kazanılması için bu çapta bir harekete girişmişlerdir. 27 Mayıs hareketinin mânâsı budur.
Son Görünüşler
Batılılaşma meselesi halen aktüel değerini muhafaza etmektedir. Çeşitli yazılara, konferanslara konu olması yanında günlük siyasî olaylar içinde de ele alınmaktadır. İktidar ve Muhalefet liderleri, 1958 sonbahar gezilerinde sık sık bu konuya temas etmişlerdir. Zamanın Başbakanı Adnan Menderes Demokrat Partinin icraatını, bir medeniyet değişimi açısından görmüştür. Şaphane’de yaptığı bir konuşmada bu fikrini belirtmiştir. “Bu şevk ve ümit içinde, Türk milletine devir değiştirircesine, terâkkinin şehrahında uçarak ilerleyeceğiz.”[29]
Partisinin tutumunu anlatan İsmet İnönü de CHP İstanbul İl Kongresi’nde, ideal saydığı bir memleket tarifini vermiştir. “Türklerin, uluslar arasında her mânâsıyla insan hakları içinde yaşayan bir cemiyet halinde iktisadî ve sosyal dâvâlarına emeklerini hasretmiş bir devlet ve millet olarak görülmesi yakın günlerin eseri olacaktır.”[30]
27 Mayıs tarihinde başarılmış bulunan devrim hareketinin tutumunu da bilhassa burada belirtmek gerekir. Millî Birlik Komitesi üyelerinin birer birer açıkladıkları fikirlere[31] ve Millî Birlik Komitesi’nin amaçlarını bütün halinde açıklayan programına[32] göre Türk Devrimleri bir bütün sayılmakta, onları geliştirmek “millî bir vazife” olmaktadır. Atatürk Devrimleri’nin en önemli prensibi olan lâyiklik, din istismarının kesin olarak reddi ve cezaî müeyyidelerle karşılanması suretiyle korunması esas olarak kabul edilmiştir.[33] Millî Birlik Komitesi’nin yeni bir iktidar olarak Batılılaşma problemine verdiği anlam bu suretle belirmektedir.
Batılılaşma meselesi Türkiye’nin sosyal ve siyasî hayatında köklü değişiklikler yapma gayretlerini ifâde ettiği müddetçe günün konusu kalacaktır. Bu terimin asıl anlamı, yaratıcı bir ilim zihniyetine dayanarak modern bir toplum, demokratik bir Devlet kurmak olacaktır.
3. Hukuk Düzeninde Batılılaşma
Cumhuriyet rejimi modern bir toplum olmak prensibinin gerçekleştirmesinde hukuk nizamının rolünü kabul etmiştir. Cumhuriyet Türkiyesi, vücuda getirilecek yeni hukuk nizamını doğrudan doğruya bu ideolojik esasa dayandırmıştır. Gerçekten bütün devrim kanunlarında Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçiş kararının kesin ifadesi hâkim olmuştur. Ve gene bu prensibin icabından olarak Batı’dan geniş bir “resepsiyon” hareketine geçilmiştir.[34] Bu tutum bir müşahedeye de imkân vermiştir. İnkılâpçı kanunlaştırma hareketleri yapılırken karşılaşılan engel teokratik teşkilât ve zihniyet olmuştur. Evvelâ bu tertip müesseseleri kaldırmak gerekmiştir.[35] Cumhuriyetin ilânıyla beraber teokratik kalıntıların tasfiyesine geçilmiştir, zira bunlar bazı müesseseler halinde Saltanatın ilgasına rağmen mevcuttular. Sırasıyla önce Hilâfet kaldırılmıştır (3 Mart 1924). Bunu önemli bir olay takip etmiştir: Öğretim ve eğitim ve adalet sistemlerinin tanzimat ikiliğinden kurtarılması. Hilâfeti ilga eden kanun yanında Tevhidi Tedrisat Kanunu bütün medrese ve mektepleri doğrudan doğruya Maarif Vekâleti’ne bağlamıştır. Maarif Vekâleti’nin 1925 yılı bütçesine Medreseler için tahsisat konmamış ve bu müesseseler tarihe karışmıştır.[36] 8 Nisan 1924 Kanunu da Şer’iye mahkemelerini kaldırmıştır. Bu alanda en son hareket 1924 Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 1928’de tadilidir (Lâyiklik tadilâtı).[37]
Devrim Kanunlarının Dayandığı Temel Prensip
Sırf bu gayeyi gerçekleştirmek için yapılmış kanunlarda,[38] gerekçelerinde ve müzakereleri esnasında ileri sürülen fikirler durumun delilleridir. Bu fikirlerin başında cehaletle ve hurafelerle bu yoldan da muhafazakâr çevrelerle (İlmiye sınıfı ile) mücadele gelmektedir. “Tekke ve zaviyelerin seddine dair kanunun” Teklif sebepleri arasında “muntazam, müstakâr, yeni ve asrî bir devlet esaslarını vazetmekte olan ve birinci umdesi huzur ve sükûnu umumiyeyi temin etmekten ibaret bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nde bu halin devam edemeyeceği bedihidir.” denilmekle, bu çeşit müesseseler hakkında millî disiplinin kurulması bakımından tehlikeli sayılmıştır. Aynı kanun hakkında Adliye ve Dahiliye Encümenlerinin mazbatalarında ana tezi takip mümkündür. Medenî Hayatın icapları hurafelerle, mücadeleyi gerektirir.[39] “Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında kanun”un kabulü dolayısıyla ileri sürülmüş olan tezler de muayyen bir inkılâp sürekliliğinin 1928 yılında da mevcut olduğunu göstermektedir. Milleti cehaletten kurtarmak teşebbüsü, okuma ve yazmanın kolaylıkla halk kitlesine yayılmasını sağlamak, lisan istiklâlini aydınlarla halk arasında uçurumu kapatmak için harekete geçiş.[40] Devrim mevzuatına hâkim fikirler daima ana prensipten çıkarılan sonuçlar halinde sunulmuştur. Bu ana prensip kanun koyucuya göre “Medeniyetin bütün icaBatını ve zaruriyatını idrak ve kabul etmek”, başka bir deyimle çağdaş medeniyeti bütün halinde almaktır. Şapka giyilmesi hakkındaki kanunun gerekçesinde, bilhassa Adliye encümeni mazbatasında bu durum kesin olarak belirtilmiştir. Türklerle Batı milletleri arasında bir “âlâmeti farika” olan mevcut serpuşun değiştirilerek yerine medenî ve modern toplumların müşterek serpuşu olan şapkanın giyilmesi gerekir. Medeniyetin bütün şartlarını kabul etmiş olan Türk milletinin şapkayı da kabul etmesi tabiîdir. Şapka bir “lâzimei medeniye”dir.[41] Bu şekilde hareket, devrimci kanunlar yapmak prensibi karşısında muarızlarını bulmuştur. Olay, Şapka kanunu dolayısıyla çıkmıştır. Bursa Mebusu Nurettin Paşa böyle bir kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu bildirerek reddi teklifinde bulunmuştur. Teklif Meclis’te asabî bir hava yaratmış, millî hâkimiyet ve hürriyet meselelerinin tartışılmasına sebep olmuştur. Mahmut Esat Bozkurt, Paşaya verdiği cevapta şu esasları belirtmiştir: “Hürriyetin nasibi irticaın elinde oyuncak olmak değildir. Memleketin menfaatini istilzam eden şeyler hiçbir vakit Teşkilâtı Esasiye Kanunu’na muhalif olamaz, olmamakla mukayyettir.”[42] Hukuk nizamının kuruluşunda görüldüğü gibi, millî bir hayat hamlesinin özellikleri vardır: “Doğudan Batıya” sert ve kesin bir hareketle yönelmek ve bu davranıştan doğan bir sarsıntı.[43] Her hal ve kârda Cumhuriyet rejimi, sosyal hayat hamlesinin gerçekleştiricisi olarak kanun koruyucuya birinci plânda ve yapıcı bir fonksiyon tanımıştır. Hukuk düzeni, Devrimin koruyucusu ve geliştiricisi olmalıydı.
Batı Kanunlarının Kabulü
Hukuk nizamını kurmak hususunda takip edilmiş olan metot sadece ana prensipten bazı sonuçlar çıkarmak olmamıştır. Bu müteferrik sonuçlar yanında daha şümullü bir gerçekleştirmeye varılmıştır. Yeni bir Devletle bağdaşamayan kanunların, hatta hukuk sisteminin terki ve modern kanunların Batı’dan iktibas edilmesi. Bu suretle “tarihin en hızlı ve en köklü değişmelerinden” ve “İslâmiyetin kuruluşundan beri Yakın Doğu’nun en önemli olaylarından biri” sayılan[44] bin “reception” hareketi doğmuştur. Bizzat Batı’nın tarihi boyunca geliştirdiği kanunları ve sistemleri Türk toplumuna mal etmek çeşitli yorumlara yol açmıştır. Fakat Cumhuriyetin ilânından itibaren Batı kanunlarının kabulü yeni hukuk nizamının kurulması için inkılâpçı bir yol olarak seçilmiş ve çeşitli kanunlar iktibas edilmiştir.[45] Bu hareketin en fazla ilgi çekici olan şüphesiz kapsadığı sosyal münasebetlerin genişliği ve tesirleri bakımından Medenî Kanun’un kabulü olmuştur.
Medenî Kanun ihtiyacı, önce de belirtilmiş olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla duyulmuş değildir. İttihat ve Terakki Hükümetleri, 1916’dan itibaren, Mecellenin zamanın ihtiyaçlarına yetersizliği dolayısıyla, bir hukuk ıslâhatına karar vermişlerdi. Bu tarihte kurulmuş olan “Mecelle Komisyonu” radikal bir ıslâhat tezinden hareket edememiştir. Teokratik bir devlet kadrosu içinde, lâyik bir hukuk sisteminin vücuda getirilmesine imkân görülememiştir. Metot, Mecelleyi zamanın ihtiyaçlarına uydurmak olmuştur. Profesör Velidedeoğlu’nun işaret ettiği gibi, XX. yüzyılda bu metotla girişilmiş olan tadil çalışmaları, “sarf edilen zaman ve emekle mütenasip, müspet bir netice” vermemiştir.[46]
Yalnız bu arada, gene fıkhın esaslarından mülhem olarak vücuda getirilen “Hukuku Aile Kararnamesi”, ne erkeğin mutlak boşanma hakkını, ne de çok evliliği ilga edebilmiştir. O kadar ki, bir hesaplaşma devresi olarak açılan Mütareke yıllarında bu kararname Şeriata uygun olmaması sebebiyle, yürürlükten kaldırılmıştır. 1923 yılında, Cumhuriyetin ilânıyla beraber, bir Medenî Kanun hazırlıklarına da geçilmiştir. Kurulmuş olan komisyonlar, telifçi, Meşrutiyet’in hattâ Tanzimat’ın devamcısı olan bir metotla işe başlamışlardır: Eski kanunları, zamanın şartlarına uydurarak tadil. Bu maksadın husulü için de “.gerek ahkâmı fıkhiyye ve hukukiyemizden ve gerek mileli sairece kabul ve tatbik edilmiş esastan” faydalanılacaktı. Cumhuriyet rejimi içinde bu komisyonlar, Meşrutiyet devresi boyunca ortaya çıkmış olan engellerle karşılaşmışlardır. Bu engeller, Saltanatın ilga edilmiş olmasına rağmen, teokratik müesseselerin kısmen fakat hâlâ mevcut olmalarından doğuyordu. Tadil mi, yoksa yeni bir Medenî Kanun mu? Yeni bir Medeni Kanun yapılması tezini, ancak Batı kültürü ile yetişmiş genç hukukçular ileri sürebilmişlerdir. Devrimin kendi hukuk nizamına sahip olması fikri bu nesle aittir. Öte yandan, komisyonlar muhafazakârlıkta, Meşrutiyeti geride bırakacak derecede ileri gitmişlerdir. Çok evlilik müessesesini dahi kaldırmamışlardır. Komisyonlar çıkmazlar içinde bocalarken, genç hukukçular “istisnasız bütün kanunlarımızın ilmî temellerini yalnız ve yalnız Batı hukukunda arama tezinde” ısrar etmişlerdir.[47]
Komisyonların ataleti karşısında, sert olmakla beraber radikal fikirlerin hâkimiyeti süratle kurulmuştur. Devlet reisinin, Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışı dolayısıyla açıkladığı fikirlere uygun olarak, ilk beyanı Adliye Vekili Mahmut Esat (Bozkurt) yapmıştır: “. Türk ihtilâlinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından kanunlarımızı oldukları gibi Batı’dan almak zorundayız. Böylelikle Türk ulusunun iradesine uygun hareket etmiş olacağız.”[48] Adliye Vekili bu sözleriyle çalışmaları bir türlü semere vermeyen Komisyonları lâğvetmiştir.[49] Derhal özel bir komisyon kurulmuştur. Hukuk Profesörlerinden, hâkimlerden, avukatlardan ve mebuslardan mürekkep bu komisyon, İsviçre Medenî ve Borçlar Kanunlarını iktibas ederek bir proje hazırlamış, her iki kanun da TBMM tarafından kısa fasılalarla, müzakere ve kabul edilmiştir (17 Şubat 1926-22 Nisan 1926). Kanunun gerekçesinde inkılâp, hukuk nizamına hâkim tez, kesin olarak ifade edilmiştir: Hâlen mevcut kanunlar dinin statik hükümlerinden doğmuşlardır. Ulûhiyetle daimî temas halindedirler. Bu yoldan Türk milletinin kaderini, XX. yüzyılda bile Orta Çağ’a bağlamaktadırlar. İçinde yaşadığımız çağ, millî sosyal hayatı düzenleyen ve kaynağını millî sosyal hayattan alan zamanın icaplarına uygun bir medenî kanuna sahip olmamızı gerektirmektedir. Bu gaye ile hazırlanan Türk Medenî Kanunu, bu alandaki en halkçı, en mükemmel, en yeni vasıflara sahip İsviçre Medenî Kanunu’ndan iktibas edilmiştir. Türk milleti insan aklının, zamanın şartlarına göre, bulduğu yeniliklere karşı durmamıştır.
Türklerin yenileşme hareketleri tarihi, ıslâhat olaylarına sadece menfaatleri sarsılan muhafazakâr bir çevrenin engel olduğunu, bunun da din perdesi altında yapıldığını göstermiştir. “Unutmamak lâzımdır ki, Türk milletinin kararı muasır medeniyeti bilâ kaydü şart tekmil prensipleriyle kabul etmektir. Bunun en bariz canlı delili inkılâbımızın kendisidir.” Eğer Batı medeniyetinin Türk toplumu ile bağdaşmayan noktaları görülüyorsa da, bu Türk milletinin kabiliyet ve istidadındaki bir eksiklikten değil, onu boş yere, tufeylî bir şekilde sarmış olan dinî kanunlar ve müesseseler yüzündendir.[50] Adliye vekilinin kaleminden çıkmış olan bu gerekçe, üslûbundaki sertlik bakımından kendisine mal edilebilirse de, savunulan tez İnkılâp hareketinin dayandığı tezdir. Mahmut Esat Bozkurt’un kendisine soyadını veren Bozkurt-Lotüs dâvâsı esnasında, Batılı hukukçuların Türkiye’yi pek övmeyen beyanları karşısında, müdafaanamesinin son satırı olarak belirttiği fikir, özetlemeye çalıştığımız Medenî Kanun gerekçesine bağlanabilecek değerdedir: “Siz Grotius’ün memleketinde beynelmiel hukuk prensipleri namına karar ittihaz edeceksiniz, kararınız Türkiyece muteber ve makbul olacaktır. Türkiye mukadderatını Avrupa medeniyeti mukadderatından ayırmak istemez.”[51]
Resepsiyon hareketlerine de hâkim olan “medeni bir toplum haline gelmek” tezini diğer kanunlarda da takip etmek mümkündür. Meselâ, 1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun gerekçesinde de, aynı tez görülecektir, şöyle ki: Osmanlı Ceza Kanunu, Fransız Ceza Kanunu’ndan iktibas olunmuştur ve bilhassa mutlakıyet ve saltanatı takviye edecek kaideler alınmıştır. Oysa, en yeni Ceza teorilerinden mülhem bu yeni kanun, “aynı zamanda en demokratik prensiplere göre vücuda getirilmiştir” ve medeniyet dünyasının huzurunda en ileri kanunlardan birisi olacaktır. Gerekçe ideolojik bir kısma da sahiptir: “. Türkiye Cumhuriyeti idaresi, Türk inkılâbının vazettiği sistemlerin bir neticesidir.
En halkçı ve lâyik prensiplere müstenit bulunmaktadır. Bu esaslarla hiç münasebeti olmayan ve tamamen zıddı bir vaziyet ifade eden saltanat ve mutlakıyet devrinin ceza müdevvenatı ile, şüphe yoktur ki tatmin edilemez.”[52]
İktibas Hareketinin Değerlendirilmesi
Cumhuriyet ilânından günümüze değin, yeni bir hukuk nizâmının, icabında geniş reception faaliyetine dayanılarak kurulması, çeşitli yorumların ve tezlerin ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Dağınık bir şekilde ileri sürülmüş olan bu fikirler, Milletlerarası Hukukî İlimleri Derneği’nin teşebbüsü ile İstanbul’da toplanmış olan Kolokyum sayesinde karşılamak, düzenlemek ve tartışılmak imkânına kavuşmuşlardır. Bu suretle, Türk ve yabancı hukukçular, tarihçiler, sosyologlar ilgilerini çeken bu alanda daha fazla derinleşmek kolaylığını elde etmişler, problemin türlü meçhullerini çözmek yoluna girmişlerdir. Sözü geçen toplantıda ileri sürülmüş fikirleri de nazara almak suretiyle, denilebilir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk nizamını, bilhassa Batılılaşma yolu ile kurmak metodu, leh ve aleyhte iki ana fikir cereyanı ortaya çıkarmaktadır.
Hareketin Lehinde Olan Fikirlerin Dayandıkları Esaslar
İstanbul Kollokyumuna iştirak etmiş olan yabancı hukukçulara göre[53] Türkiye bütün halinde bir iktibas hareketine girişmiştir, fakat bu yeni bir hareket sayılamaz. Zira 1839’dan beri böyle bir iktibas cereyanı vardı, Şu farkla ki, bir yabancı baskısı altında yapılmış değildir. Bağımsız bir devletin kendi muhtar iradesiyle isteyerek girişilmiş bir resepsiyondur. Ve getirdiği lâyiklik prensibi bir başarı olmuştur. Millî bir hareketin sembolüdür. Türkler için inkılâp prensipleri, “İstikballerinin garantisi” sayılmaktadır. Türkiye sosyal değişmeleri sağlamak (ki Batı’ya yönelmeyi ifade eder) için kanun koyucunun toplum üzerindeki tesirlerinden âzamî derecede faydalanmıştır. İsviçre Medenî Kanunu’nun bu şekilde iktibası, Türkler için başka bir milletin hukukî esareti altına girmek demek olamaz. Zira, Profesör René David’in deyimiyle, Türk hukukçuları hukukun uygulanmasında ve yorumlanmasında tamamen muhtardırlar. “Aralarındaki bağımsızlık, Türkiye ile İsviçre arasındaki bağımsızlık gibidir.”[54] Bu iktibas olayının tenkit edilecek tarafı, alınacak kanunların “acele ve tesadüfî” olarak seçilmiş olmaları noktasında toplanabilir.[55] Görüldüğü gibi, yabancı hukukçular bu olaya bir mecburî kültür değişmesi özelliklerini tanımaktadırlar, tabiatıyla hukuk açısından bakarak.
Türk hukukçu ve sosyologları da, hemen aynı temaları işlemişlerdir. Evvelâ Batılılaşma’nın bir zaruret olduğu, bu zaruretin tarih tarafından yüklendiği belirtilmiştir. Yoksa, Batılılaşmak Atatürk’ün Batı’ya hayranlığı şeklinde görülemez.[56] Şu halde bir oluş zaten mevcuttu. Bu iktibas Osmanlı tarihinin son devrelerinden beri mevcuttur. Bir ihtilâl, bir sürpriz olarak da görülemez. Kaldı ki, bu tarihî gelişmenin yanında, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk nizâmına lâyiklik esasını getirmesi bütün milletlerin hukukî gelişmelerine de uygundur. Çünkü, hukukta lâyikliğe gidiş normal bir gidiştir.[57] Türk Devriminin gayesi, Batı anlamında bir devlet olmaktı. İsviçre Medenî Kanunu’nun kabulü ise hukuk alanda, Batı medeniyetinin ifadesi olacaktı.[58] Resepsiyon olayı, birtakım zorluklar çıkaracaktır. Normaldir. Zorlukların ortaya çıkması resepsiyonun fenalığına hükmettirmez. Bilâkis canlılığını gösterir, genel olarak hukukun ilerlemesine yardımcı olur.[59] Nihayet, bu harekette kanun koyucunun toplum üzerindeki tesirinden âzamî fayda elde edilmiştir. “Bir kanun bazen olayların gelişmesini hızlandırabilir. Henüz şuurlu bir şekilde duyulmamış olan bir ihtiyaca cevap vermek suretiyle.”[60] Hukuk, ahlâk ve teamül doğurabilir. Türkiye bu olayın dikkate değer örneğini vermiştir.[61] İktibas olayı iki sosyologun, resepsiyon olayı hakkında yeni açıklamalarda bulunmalarını mümkün kılmıştır. Profesör Ülken’e göre evvelâ hukuk alanındaki gelişme, sadece Türkiye’de olmamıştır. Bütün İslâm memleketlerinde vardır. Oysa ki, her Müslüman memleketinde şeriat aynı şekilde tatbik edilmiyordu. Her memleket millî hüviyetini muhafaza etmiştir. Şu halde: Medenî Kanunun lâyikleştirilmesi bir şiddet hareketi sayılamaz. Hem de mütecanis bir İslâm Kanunundan (çünkü yoktu) Avrupa hukukuna geçiş olarak kabul edilemez.
Türkiye, kendi gelişmesini kendi şartları içinde gerçekleştirmiştir.[62] Prof. Fındıkoğlu da düşündürücü bir mesele üzerinde durmuştur. İslâm hukukunun Doğu’da dondurulmuş olduğu ileri sürülmüştür. Bu olayın Batı hukuk prensiplerinin de başına gelmemesi gerekir. Yani Doğu’da, bu sefer de Batı prensiplerini dondurmak gerek. Batı’dan alınan unsurları, canlı ve dinamik bir hukuk muhakemesi ile millîleştirmek.[63]
Fikirlerini açıklamaya çalıştığımız Türk hukukçu ve sosyologları, evvelâ ittifakla resepsiyon olayını tasvip etmişlerdir. Şu halde hukuk alanında, Batılılaşma’yı başarılı bir hareket olarak kabul etmişlerdir. Zorlukları, eskiye dönülmesini aslâ icap ettirmez. Zamanla gerekli ayarlamalar yapılacaktır.[64] Saniyen, iktibas olayı Türklerin her türlü manevî müesseselerini terk etmek anlamına gelmez. Bilâkis, bütün anlamıyla Doğu-Batı unsurlarından mürekkep bir sentez yapmak lâzımdır. Ve bu suretle “Garp hüviyetli millî bir hukuk”un kuruluş imkânları ve şartları araştırılacaktır.[65] Hukuk alanında Batılılaşmak Türkiye’yi millî şahsiyetinden etmeyecektir. Resepsiyon lehindeki fikirleri savunmuş olan hukukçular ve sosyologlar arasında belirli bir birlik vardır. Genel olarak kabul edilen tez de budur.
İktibas Hareketini Yeter Bulmayan Görüşler
Hukuk nizamında resepsiyon hareketini yeter görmeyenler ve bu sistemi tenkit edenler, fikirlerini hareket lehinde olanlar derecesinde, işlememiş ve açıklamışlardır. Bu alanda ilmî görüşler azdır. Batılılaşma’yı kısmî olarak kabul etmiş olanlar ve bilhassa gelenekçi tezleri iktibas sistemine muhaliftirler.
İktibas lehinde olmayanlar, bu ameliyenin sathîliği ve yetersizliği, hatta tehlikeleri üzerinde durduklarını ileri sürmüşlerdir. Bir memleket mevzuatının başka bir memleket tarafından olduğu gibi kopya edilişi normal bir yol sayılamaz.
Prof. Ali Fuat Başgil, Medenî Kanunu göz önünde tutarak iktibas hareketlerini tenkidî bir görüşle değerlendirmiştir. Prof. Başgil’e göre Medenî Kanun’un “Millî hayatımıza, hususiyle aile nizamımıza indirdiği darbeler inkâr kabul eder şeyler midir? Bu kanunun evlenme ve miras sistemlerinin aile ocağını bombaladığı bir hakikattir. Millet varlığımızın temeli olan bu ocak, gözlerimizin önünde her gün biraz daha çökmektedir. Komünizmin aile düşmanlığından bahsolunuyor. Fakat Türk ailesi için bu düşmanlığı evvelemirde Medenî Kanun’da aramak lâzımdır. Bu kanunu memleketin tarihî realitelerine, içtimaî mütalaalarına, ruhî ve örfî temayüllerine intibak ettirmek üzere yeniden gözden geçirmek, kanaatimce âcil bir millî zarurettir. Fakat sorarım. Bunu görüp söylemek irtica mıdır?”[66] Resepsiyon hareketi yine bazı tenkitlere uğramıştır.[67]
Sosyal antropolog gözüyle, Profesör Mümtaz Turhan da bazı müesseselerin kanun yoluyla ortadan kaldırılması metodunu başarısız bulmaktadır. Meselâ, çarşafın, çok kadınla evlenmenin kanunla ve zorla kaldırılması, Türkiye’nin kalkınması bakımından tesirli bir sosyal tedbir olamaz. Bir kere bunlar dinin değil, belli sosyal şartların vücuda getirmiş oldukları olaylardır. Poligaminin kanunla kaldırılmaya çalışılması fuhşun artmasına sebep olmuştur. Gerçek kalkınma çarelerine başvurulduğu zaman ise bunların bir nesil zarfında, kendiliklerinden kayboldukları görülmüştür.[68] Şu halde, belli ve müessir kalkınma (Batılılaşma) tedbirleri almadan sırf muktebes kanunlarla meseleyi çözmeye imkân yoktur.[69]
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 17 Sayfa: 798-811
DIĞER HABERLER
-
TÜRKIYE'NİN EN DEĞERLİ PARASI
26 Haziran 2023, 12:44 -
TRT BELGESEL'DE TÜRK YOK MÜSLÜMAN MI VAR ?
25 Haziran 2023, 20:46 -
KUTÜ'L AMÂRE ZAFERİ
29 Nisan 2023, 12:24 -
Atatürk: Bir Ümmeti Millet Yapma Yolunda Bir Ömür
15 Nisan 2023, 01:25 -
Tabip: Dr. Reşit Galip (Baydur)
15 Nisan 2023, 01:21 -
Günümüz Macar Turancılığı
15 Nisan 2023, 01:16 -
Efsane Paşa Hasan Kundakçı Vefat Etti
17 Ocak 2023, 15:31 -
ANADOLU ÖZ BE ÖZ TÜRK VATANIDIR
03 Ocak 2023, 16:18 -
TÜRK’üm Diyorsan BİLMEK Zorundasın ...
04 Ekim 2022, 13:36 -
Bir Padişahın Kuluna Bak Birde Tanrı'nın Kuluna.
21 Şubat 2022, 12:28