OSMANLI LİMAN ŞEHİRLERİNDE YABANCI TÜCCAR VE LEVANTENLER 2020 09, 18:08
Seyahatin, Politikanın ve Dinin Anlamlı İşbirliği, Ticaret ilim, dünyanın yaklaşık 4-5 milyar yıllık geçmişine karşılık...
Seyahatin, Politikanın ve Dinin Anlamlı İşbirliği, Ticaret
ilim, dünyanın yaklaşık 4-5 milyar yıllık geçmişine karşılık insanın, ancak son bir-iki milyon yılın konusu olduğunu belirtiyor. Bu durumda yaşlı dünyaya göre oldukça genç olan insanlığın, tarih öncesi dönemleri antropoloji, arkeoloji vs. bilim dallarına konu olmaya devam ederken, yazılı belgelerle bilime konu olan dönemi ise bilindiği gibi yaklaşık son beş bin yıl. İnsanın etkinlikleriyle dolu bu binlerce yıl, öncelikle çevreyi, doğayı tanıma, yaşam alanlarını geliştirmek için bilinmeyen yerlerin keşfi ve buna bağlı olarak yer değiştirmeler, yaşam kaynaklarıyla ilgili insanlararası mücadeleler vs. ile geçmiştir.
Daha ilk çağlarda avcılar ve toplayıcılar, yerlerinden yurtlarından ayrıldılar ve verimli av alanları bulmak amacıyla, geniş bölgeleri keşfe çıktılar. Hayvan beslemeye ve bitki yetiştirmeye başlayarak yerleşik yaşama geçtiler. Ürettikleri malları ve araçları başka mallarla takas ederek zanaatin ve ticaretin temellerini attılar. İlkçağ toplumlarının başta Sümer, Fenike ve Asur olmak üzere Mezopotamya-Anadolu-Mısır-Hindistan-Kıbrıs-İspanya güzergahlarında önemli ticari faaliyetlerde bulundukları bilinmektedir. Tüccarların isteği üzerine asker-krallar ve orduları ticaret yollarının güvenliğini sağlamaktaydı. Bu görev o çağdan itibaren devletin doğal görev alanı haline geldi. Toplumlar İlkçağ’da kazandıkları ticari tecrübeleri Ortaçağ’da iyice geliştirdiler. Güvenlik nedeniyle genelde büyük gruplar halinde seyahat eden tüccarlar ve satıcılar, yük hayvanları ve yük arabalarıyla pazar ve panayırlara giderlerdi. Meslekleri gereği hep uzak yolculuklara çıkan tüccarlar kıtaları aşan yolculuklara çıkıyorlardı.
Tüccarlar, yerleşik düzene geçip de, mallarına bizzat eşlik etmelerine gerek kalmayınca – kervandan ticarethanelere geçiş- genç çıraklar, çantalarında güvence ve tavsiye mektupları ve para dolu keseleriyle birlikte, Venedik, Cenova, Marsilya, Anvers, Londra veya Lizbon’a eğitime gönderilmeye başladılar. Seyahat ve “çıraklık yolculuğu”, zanaatçılarda eğitimin önemli bir parçası haline geldi. Bu şekilde binlerce kişi loncaların sıkı denetimi altındaki günlük hayatın tekdüzeliğinden de kaçmaya çalışıyordu. Ayrıca yabancı dil bilen, gezmiş görmüş kişiler saray ve şehirlerde üst tabakaya mensuptu. Bu da durumu daha çekici hale getiriyordu.
Fakat Ortaçağ insanının en önemli seyahati hac yolculuklarıydı. Doğal olarak ardından da Haçlı Seferleri geldi. Orta Çağ’daki hac yolculukları, Avrupa ile Arap-İslam dünyası arasında sıkı kültürel ve ekonomik ilişkiler kurulmasını, insanın bilgi dağarcığının önemli ölçüde genişlemesini sağladı.[1]
13. yüzyılda, Altınordu askerlerinin yarattığı tehlike karşısında Avrupa, Karakurum’a Cengiz Han’ın sarayına acele iki elçi göndermişti. Bunlar, Papa’nın elçisi İtalyan Fransisken Rahibi Giovanni de Carpini ile 1253-1255 yıllarında Fransız Kralı IX. Louis’in görevlendirdiği Flaman Fransisken Rahip Wilhelm von Rubruk idi. Bu elçiler aracılığıyla Cengiz Han’ın İmparatorluğunun gücü ve İç Asya’nın bilinmeyen bölgeleri hakkında bilgi edinilmişti.
Venedikli tüccar Marco Polo, 13. yüzyılın ikinci yarısında Orta Çağ’ın en büyük yolculuğunu gerçekleştirdi ve Uzak Doğu’ya giden ilk Avrupalı olarak ün yaptı. Uzun yıllar Çin’de yaşadı.
14. yüzyılda Floransalı tüccar Francesco Balducci Pegolotti’nin tüccar seyyahlar için yazdığı Pratica della Mercatura (Ticari Uygulamalar) adlı kitabında ticaret usulleri, iki yüz seksen çeşit baharat ve koku maddesini de içeren ticari mallar, Orta Asya ve Uzak Doğu yolları hakkında ayrıntılı bilgi verilmekteydi. Böyle bir metnin ortaya çıkmış olması daha önce de tüccarların böyle yolculuklara çıkmış olduğunu düşündürmektedir. Fakat bu tüccar ve misyonerlerin hiçbiri Marco Polo kadar etkili olamamıştı. O, gittiği yerleri ayrıntılarıyla anlatarak herkesi etkilemişti. Java’daki baharat bolluğuna ilişkin tasvirleri birçok tüccarı bu uzak yerlere çekti. Ülke ve kıyı tasvirlerinden harita çizimlerinde yararlanıldı. Marco Polo’nun Seyahatnamesi 1477’de basıldı ve büyük coğrafi keşiflerin arifesinde büyük yankı uyandırdı.[2]
Yollar ve yolculuklar, ilkçağlardan başlayarak dinin ve ticarete hizmetindeydi ve bu durum böyle devam etti. Ticaret 16, 17 ve 18. yüzyıllarda geleneksel araçlarla yapılmaya devam etti; ancak araçlarda değişim yavaş da olsa büyük atılımlara hazırlanıyordu. Nihayet 19. yüzyılda modern teknoloji ve sanayinin temelleri atıldı ve birçok teknolojik buluş yapıldı. Bunlar arasında özellikle demiryolları çok önemliydi.
İlk tren yolu 1825’te Stockton-Darlington arasında açıldı. Bunu kıtanın kaynaşmasını sağlayan geniş demiryolu ağıyla Amerika izledi. 1831’den itibaren Fransa, 1835’ten sonra da Belçika ve Almanya izledi.[3] Demiryolu ağı hızla dünyayı sarmaya başladı. İngiltere ve Fransa Afrika ve Asya’nın bazı bölümlerinde özellikle sömürgelerinde ve çevre ülkelerde -Osmanlı İmparatorluğu gibi- demiryolları kurdular. Yeni enerji kaynaklarının bulunuşu gemi ulaştırmacılığında da devrim yaratmıştı.
Avrupa’da sanayileşme ve kapitalizmin gelişmesi Doğu-Batı ticaretini farklı bir sisteme oturttu. Seyyahların, tüccarların, misyonerlerin kralların yolları ve yolculukları, siyasi olarak da bağlayıcı yeni araç ve yöntemlerle küreselleşti.
Levant Ticareti ve Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu, Doğu-Batı ticaretinin kilit noktasındaydı. Dolayısıyla tarihi de buna bağlı bir çizgi izledi ve bu ticaret alanına uzun süre egemen oldu.
Bir görüşe göre, Portekizlilerin 16. yüzyılda Ümit Burnu’nu dolaşarak Asya’ya ulaşan yeni bir ticaret yolu keşfetmeleri ve 17. yüzyılda İngilizlerin ve Hollandalıların Asya’da sağladıkları üstünlük, “Osmanlı’nın dış ticaretini ciddi biçimde sarsmış ve onu egemenliğindeki alanlarla birlikte dünya ticaretinin ana kaynağından uzakta, durgun bir su başında bekler” bırakmıştı. Bu sıralarda Amerika’daki İspanyol sömürgelerinden getirilen ucuz gümüş, enflasyona ve doğal olarak Osmanlı parasının büyük değer kaybetmesine neden olmuştu.[4]
Fakat Halil İnalcık’ın da ifade ettiğine göre, Levant yani Doğu Akdeniz ülkeleri, 1500 yıllarında büyük keşiflerden önce Doğu ile Batı arasındaki mal ve fikir alışverişinin en canlı bölgesiydi. Osmanlılar, 16. yüzyıl başlarında Suriye, Mısır, Arabistan ve Yemen gibi Arap ülkelerini topraklarına katarak Hint Okyanusu’na çıktılar. Burada Portekizlilerle uzun bir mücadeleye girişerek Hint Okyanusu ve Kızıldeniz üzerinden geçen hac ve ticaret yollarını kontrol altına almaya çalıştılar. Tebriz-Bursa ve Tebriz-Halep ipek yolunu kontrol altında tutmak için de doğuda çeşitli tarihlerde Tebriz (1517, 1534, 1585), Gürcistan (1549) ve Hazar Denizi’nde (1585) egemenlik kurdular. Kızıldeniz’den Portekizlileri çıkardılar. Yemen, Aden, Babülmendeb kontrol altına alındı, 1534’te Irak merkeze bağlandı ve böylece Basra Körfezi’ne çıkılarak burada bir deniz üssü kuruldu. Portekizliler ve İran Safevilerine karşı Basra ve Bağdat üzerinden Hint Okyanusu ticaretini İmparatorluk lehine yeniden canlandırdılar. Böylece Orta Doğu tekrar dünya ticareti açısından bir koridor haline geldi (1517-1630). Ümit Burnu yolunun bulunuşundan sonra dünya ticaretinin en önemli bölümünü oluşturan Hint-Avrupa ticaretinin tümüyle Avrupalıların eline geçtiği iddiası, bugün reddedilmektedir. 16. yüzyıl ortasında Lizbon’a Ümit Burnu yoluyla 30 bin kental baharat gelirken aynı miktarda baharat Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden Osmanlı topraklarına ulaşıyordu.[5]
Bu arada Avrupa’nın ticari ve mali gücünün artması, askeri üstünlük kadar ve belki de daha fazla önemliydi.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa devletlerinin mali durumları düzelirken Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi ise kötüye doğru gitmekteydi. Tarım gelirleri düşmekte fakat bu düşmeyi dengeleyebilecek endüstriyel bir gelişme görülmemekteydi. Batı’nın mali üstünlüğü Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde de kendisini gösteriyordu.
Ceneviz ve Venediklilerden sonra 16. yüzyılda yani en güçlü döneminde iken Osmanlı İmparatorluğu Fransız, İngiliz ve 17. yüzyılda da Hollandalılara ayrıcalıklar tanınması Levant ticaretine canlılık getirmişti. Yabancı devletlerin tebaası tüccarlar da Osmanlı topraklarına müste’men statüsünde gelerek ve sonrası yerleşerek ticaret yapmaya başlamışlardır. Aldıkları imtiyazlar sayesinde yabancılar, Müslümanların Osmanlıların verdikleri vergileri ödemekle yükümlü değillerdi. Diplomatik temsilcileri tarafından korunuyorlardı ve yargı alanına kadar uzanan ve çoğu zaman sonlarında çalışan Osmanlı Hıristiyanlarını da içine alan önemli ayrıcalıklara sahip idiler.[6] Osmanlı İmparatorluğu gücünü kaybettikçe söz konusu ayrıcalıklar, nitelik ve nicelik açısından artmıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde İmparatorluğun birçok bölgesinde kelimenin tam anlamıyla “kanun üstü” birçok Avrupalı tüccar topluluklar yerleşmiş bulunuyorlardı. Bu dönemde İran, Çin, Japonya ve Asya’nın daha birçok yerinde benzer kapitülasyonlar yürürlükteydi.[7] Doğal olarak bu yabancı tüccar kolonileri dünya ticaretinin önemli noktalarında yer alan bütün kentlerde yaşam alanı buluyordu.
Avrupa merkezlerindeki güçlü kumpanyalar, şirketler, ülkelerinin Akdeniz ticaretindeki etkinlikleri çerçevesinde Levant’ta ve dolayısıyla İzmir’de bürolar açmış ve buraya tüccarlarını göndermişti. İzmir ticaretinin gelişmesinde önemli yeri olan bu ticarethanelerde çalışan kişi ve tüccarlar, oluşturdukları kolonilerle giderek kalıcı unsurlar haline dönüşmüş ve Levant’ta yaşayan Avrupa kökenli topluluğu yani Levantenleri meydana getirdi.
Avrupalı tüccarlar, Avrupa’da başlayıp “Levant”ta süren ve bazen Asya’ya kadar uzanan göreceli bir yaşam ve cemaat oluşturdu. Zamanla bu zümreyi oluşturan çeşitli aileler arasında -farklı ülkelere ve mezheplere sahip olsalar da- ve yerli unsurların da karıştığı bir akrabalık ilişkileri ağı kuruldu.
İzmir’de Ticaret ve Levanten Tüccar
İzmir’in, pek çok liman kenti gibi, yükselişini ticarete borçlu olduğu bilinir. Bu yükseliş, genel anlamda Doğu-Batı ticareti ekseninde gerçekleşmiş, özellikle de Avrupa’da kapitalizmin ve dolayısıyla uluslararası ticaretin gelişmesi ve Osmanlı ülkesinin bu alanla eklemlenmesine bağlı olmuştur.
Denizci İtalyan devletleri, daha 10. yüzyıl sonlarında Bizans İmparatorluğu’ndan elde ettikleri haklarla Levant’a yayılmışlar ve Anadolu ile Rumeli’nin birçok şehirlerinde yerleşerek azımsanmayacak koloniler oluşturmuşlardı. Bizans’ın çöküş sürecinde ona ait topraklarda kurulan Türk veya Hırıstiyan diğer devletlerle yaptıkları anlaşmalarla da ticari etkinliklerini sürdürmeyi başarmışlardı. Üstelik Ceneviz gibi katı merkeziyetçilikten uzak İtalyan devletlerinin kolonileri bir tür bağımsızlığı andıran özerk yönetim birimlerine dönüşmüştü. Cenevizlilerin tersine yerel yönetimlere, kolonilere özerklik tanımayan Venedik Cumhuriyeti’nin tebaası ise Anadolu’nun kuzeyi ve batısındaki bazı ihraç limanlarına yerleşmeye çalışmıştı.[8]
Türklerle Hırıstiyanlar arasındaki egemenlik mücadelesi İzmir’de ticaretin gelişimini önlemekteydi. Cenevizliler, 1261 tarihli Nif Antlaşması’yla İzmir’de bir mahalle kurarak oturma ve ticaret yapma yanında limandan yararlanma hakkını da elde etmişlerdi. Bu ayrıcalıklarını II. Andranikos’a 1304 tarihli anlaşmayla bir kez daha onaylatmışlar ve ayrıca tuz ve sakız dışında söz konusu ticaretlerinde tüm vergilerden muafiyet elde etmişlerdi. Ancak buna rağmen burada yoğun ticaret faaliyette bulunduklarına ilişkin kayıtlara rastlanmamaktadır. W. Heyd’e göre, Osmanlılardan önce şehrin pazar olarak hiçbir önemi yoktu.
Buna karşılık aynı güzergahta olup güneyde Türk egemenliğinde bulunan yerlerden Ayasuluğ ve Balat ticari açıdan oldukça gelişmiş durumdaydı. Venedikliler ve Cenevizliler 14. yüzyıl ortalarında buralarda ticari faaliyetlerini geliştirmişler ve Venedik buralarda konsolosluk açmıştı. Bu sırada kuzeyde Foça’da bulunan zengin şap madenlerini Cenevizliler işletiyordu. Söz konusu dönemde İzmir ticari açıdan önemli bir gelişme göstermemiştir. Çünkü bu sıralarda Haçlı donanmaları İzmir’e saldırılar düzenlemekte, Türkler ise karada egemen olup önemli savunma noktalarını ellerinde bulunduruyor ve bu süreçte doğal olarak ticari faaliyet olumsuz etkilenmekteydi.
Umur Bey’in ölümü ve yerine Hızır Bey’in geçmesinden sonraki dönemlerde yapılan anlaşmalarda Venedikliler, Aydın Beyliği topraklarında geniş ticari çıkarlar elde etti. Özellikle 1353 tarihli anlaşma ile Venediklilere karada güvenlik içinde ticaret olanağı yanında Venedik gemilerinin denizlerde korunması için de garanti verildi. Ticari eşyalar için ödenmesi gereken gümrük vergileri de belirlendi.[9]
İzmir’in nüfusu 1600’lerde 5000’in altındadır. İlk ve Orta çağlar boyunca İzmir, diğer Batı Anadolu limanlarıyla (Foça, Ayasuluğ, Kuşadası, Balat) her zaman kârlı çıkmadığı bir rekabet içindeydi. Anadolu’nun birçok körfez ve doğal limanının bulunduğu kıyıları, tüccar ve korsanların küçük limanlar yoluyla ticaret ve kaçakçılık yapmasına olanak veriyor ve böylece kara taşımacılığı ve gümrük vergileri yüzünden aşırı yükselen maliyetler düşüyordu. İzmir ve ona yakın limanların ticari şansı da zamana ve koşullara bağlı olarak değişiyordu.[10]
Yaklaşık 1650’den itibaren Akdeniz dünyasındaki diğer ticaret merkezleriyle rekabet eden İzmir, genellikle rakipleri karşısında üstünlük elde etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyümesinin durduğu ve topraklarının küçülmeye başladığı kritik dönemde bir ticaret merkezi olarak ortaya çıktı. Bu durum yeterince açıklanmamış bir olgu olarak görülmektedir. Daniel Goffman, İzmir’in bir merkez olarak ortaya çıkışının, iç olaylarla dünyadaki yapısal değişimler arasındaki bir yakınlaşmanın ürünü olarak değerlendirilmesinin Doğu Akdeniz ticaret tarihindeki bu boşluğu doldurabileceği kanısındadır.
İzmir’in ticaret merkezi olarak yükselişinin genellikle Halep’teki bir ipek darlığıyla ilgili olduğu düşünülmekteydi. 1620’lerde Osmanlı-Safevi çatışması yeniden başlamış ve çok çeşitli olan vergilerin alınmasına nezaret eden yozlaşmış görevlilerin zaten tehdidi altında olan kervan ticaretini kesintiye uğratmıştı. Bunun üzerine çaresiz kalan Avrupa ve Osmanlı tüccarı, daha ucuz ve güvenli bir ipek pazarı olan İzmir’e kaçmıştır. Goffman, bu saptamanın çok dar nedenlerinin çözümlemesinin de çok özgül olduğunu savunur. Çünkü İzmir, Halep’teki bu krizden önce ve daha sonra da yalnız ipeğin değil, Batı Anadolu ürünlerinin de bir dağıtım merkezi olarak dünya ticaretindeki yerini almıştı. 16. yüzyıl gezginleri İzmir’den hemen hemen hiç sözetmezken 17. yüzyıl gezginlerinin hemen hepsi İzmir’e uğramış ve onu anlatmıştır. Bu anlatımlar İzmir’in bir kasabadan nasıl kente dönüştüğü konusunda yanlış değerlendirmelere kaynaklık etmiştir. Bunun nedeni gezginlerin, ticaret gemilerine binip alışılmış yolları izlemeleri ve dolayısıyla uluslararası bir ticaret merkezi haline gelene kadar İzmir’i keşfedememeleriydi.[11]
İzmir’in hızla büyümesinin temelinde ipek değil, Avrupa’nın Batı Anadolu ürünlerine artan talebi, Osmanlı toplumu, ekonomisi ve siyasal politikasındaki dönüşüm ve Batılı tüccarın başkalaşan rolü yatmaktaydı. Osmanlı yönetimi, Batılıların yerel ürün ticaretini hem iaşe ağlarıyla hem de Batı Anadolu halkının refahı için bir tehdit olarak görüyordu. Bu yüzden Avrupalıların Ege denizinin doğusundaki bu istenmeyen faaliyetlerini engellemeye çalışıyordu. 16. yüzyılda uzun bir süre Osmanlı yönetimi bu konuda başarılı oldu. Bu yüzden İzmir ile birlikte diğer Batı Anadolu limanlarından yapılan dış ticaret önemsiz kaldı.[12]
16. yüzyıl sonlarında Osmanlı yönetimi Batı Anadolu ticaretini artık denetim altında tutamıyordu. Genelde kendi içine kapalı olan imparatorluk sistemi, yerli ve yabancı alıcıların rekabeti karşısında çözülüyordu. Ege’de faaliyet gösteren tüccarlar hemen İzmir’e yerleşmiyorlardı. Bu korsan-tüccarlar başta rastgele dolaşıyor ve fırsat buldukça mal alıp satıyorlardı. 17. yüzyılda artık bu rastgele dolaşım sona ermiş olup tüccarlar meşru olarak veya gizli biçimde İzmir’de faaliyet gösteriyorlardı.
Bu dönemde özellikle Fransızlar etkindi. 1605’te kaçak balmumu ticareti yapıyorlardı. 1610’da ise silah ticaretine ve başka bazı alanlarda da kaçak ticaret yapmaya başlamışlardı. Fransızların bu alandaki egemenliğinin nedeni, Marsilyalı tüccarların kısa bir süre için de olsa en fazla hoşgörüye mazhar olma ayrıcalığını İngilizlerden kapmış olmalarıydı. 1604’te İstanbul’daki Fransız elçisi, İstanbul’da elçisi olmayan devletlerin gemilerinin Fransız bayrağı ve koruması altında seyretmek zorunda olduklarına ilişkin ve ayrıca Fransız tüccarlarının daha önce ticareti yasak olan deri, pamuk ve balmumu satın almasına izin veren imtiyazlar elde etmeyi başarmıştı. Osmanlı yönetimi, bu tavizi verdikten kısa süre sonra pişman olmuş ve Batı Anadolu ekonomisinde özellikle Fransız tüccarlarınn toplanmış olduğu İzmir’de açılan bu boşluğu kapatmaya çalışmış fakat boşuna uğraşmıştır.[13]
İzmir’de müstemen statüsündeki tüccarların ticari ve ekonomik faaliyetleri için koşullar 17. yüzyılda giderek iyileşmiş ve bu yüzyılda şehir, yeni mahallelerin kurulmasıyla büyümüştür. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi sadece Fransızlar değil ardından İngiliz, Venedikli, Hollandalı tüccarlar İzmir’e akın etmişlerdi.
Osmanlı kentlerinde, etnik bölünme kentin algılanmasını çok etkilemiş olan bir ögeydi. birçok kentte, kent bölümlerinin adları burada oturanların etnik kökenleri göz önüne alınarak veriliyordu. Gene de, çeşitli etnik grupların dağılımında görülen değişmezlerdeki değişimleri tanımlamak güç değildir.
Örneğin, belirli bir dönemde İspanyol Yahudileri, İtalya ve İspanya’dan göçlerini izleyen iki yüzyıl boyunca Müslüman mahallelerinde daha sıcak bir karşılama gördüler. Büyük liman kentlerinde ise belki 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rumlar ve Avrupalı tüccarlar, Frenk mahallelerinde birlikte yaşadılar.[14]
İzmir’de de yabancı tüccarlar (müstemen), oturmak ve öncelikle ticari faaliyette bulunmak için konsoloslarıyla birlikte sahil boyuna yerleşerek burada Frenk Mahallesi adıyla bir birim oluşturmuştu. Binaların arka kapıları denize açılıyordu ve burada bir tür iskele faaliyeti söz konusuydu.1680’e gelindiğinde Fransızlar en kalabalık Avrupalı topluluğu oluşturmaktadır. Limanın güvenliği birçok evli kimsenin aileleriyle buraya yerleşmesini kolaylaştırıyordu. Dini hoşgörüden dolayı rahipler de buraya yerleşiyordu. 1702’de 30 Fransız tüccar İzmir’e iyice yerleşmiş iken İngilizler daha azdı. Hollandalılar 18-20 tüccardan oluşuyordu. “Eski Rejim”in sonuna kadar Fransızlar İzmir’de çoğunluğu korudu.[15]
16. yüzyılda burada sadece Ceneviz ve Venedikliler için söz konusu olan ticari imtiyazlar önce Fransızlara daha sonra da İngilizlere, Hollandalılara tanınmıştı.
Eski ticaret devletleri, Hollanda ve İngiliz rekabetinden ciddi bir şekilde etkilendiler. Ancak Levant’ta ticaret dünyasını etkileyen başka etkenler de bulunmaktaydı. Venedikliler için gerileme çok ani ve şiddetli olmuştu. Akdeniz’de korsanlığın artması, özellikle İngiliz Levant Kumpanyası’nın Venedik dokuma ticaretine karşı giriştiği saldırı vs. Doğu Akdeniz’de ticaretin hızla Hollandalı ve İngilizlerin eline geçmesine neden olmuştu. Bu zorlukların birçoğunu Fransızlar da yaşamış fakat sonuç onlar için bir felakete dönüşmemişti. Marsilyalı tüccarlar, 16. yüzyılın ortalarında uygun şartlarda işe girişmişlerdi.[16]
Daha ilk dönemlerden itibaren farklı tüccar cemaatleri arasındaki rekabet ve mücadele yanında bu genç tüccarların kendi aralarında ve geleneksel Osmanlı toplum yapısıyla ilgili olarak zaman zaman bazı sorunlar ortaya çıktığı bilinmektedir.
Rambert, Doğu’yu, gençlik için yaşlıları bile şımartan, dünyanın en kötü okulu olarak nitelemektedir. Ama onların mazereti vardı. Kendi ortamlarından çıkmış olan bu gençler kendilerini sınırlayan bağlardan kopuyorlardı. Özgürlüğün sağladığı bütün olanaklardan yararlanıyorlardı. Genç tüccarlar için bu kadar sıcak olan bir memlekette sağduyu sahibi olmak zordu. Osmanlı ülkesinde ağır olan disipline karşı 18. yüzyılda yabancı genç tüccarların tutumu birtakım güçlükler yaratıyordu. Bu konuda pek çok konsolos raporu bulunmaktadır.[17]
Fransız tüccarlar, Hollandalı ve İngiliz tüccarlarla 1630’lara kadar ustaca rekabet etmişti.[18] Fakat bu devletler 16. yüzyıl sonlarında Levant ticaretini ele geçirmeye başlamışlardı. Onlar Levant ticaretine öncelikle tüccar olarak değil, korsan olarak girmişlerdi. 1591 kapitülasyonlarının tanıdığı uygun şartlara rağmen İngiliz tüccarı, Osmanlı, Fransız ve Venedik gemilerini yağmalamayı barış içinde ticaret yapmaktan daha kolay, kazançlı ve alışkanlıklarına da daha uygun buluyordu. 1606’da Osmanlı yönetimi, yağmacılıkları yüzünden İngilizlerle ilişkileri kesmeyi bile düşünmüştü. Bu arada 17. yüzyılda Hollandalılar ve İngilizler, Levant transit ticaret merkezlerini etkileyen kargaşalardan[19] etkilenerek, Venediklilerin çekilmiş olmasıyla doğan boşluğu doldurma konusunda çekinceye düşmüşlerdi.[20] Gelişen İngiliz dokumacılığı, ithalata bağımlıydı. Bu yüzden 16. yüzyıl sonlarında İngiliz Levant Kumpanyası’nın tüccarları önce Trablusşam’a ve diğer Doğu Akdeniz limanlarına ve sonra da Batı Anadolu limanlarına ve dolayısıyla İzmir’e yöneldi
18. yüzyıl ortalarından itibaren Osmanlı dış ticareti büyük bir genişleme göstermekteydi. Bu özellikle ihracatta söz konusuydu. 1770-1870 yılları arasında İzmir limanından yapılan ihracatta on kata ulaşan bir artış olmuştu. İthalat da sekiz kat artmıştı. Şehrin toplam ticaret dengesi 19. yüzyıl önemli bir kısmında pozitif olarak gerçekleşti.[21] Fransızlar (1789’a kadar) ve İngilizler (1820’lerden sonra), İzmir’in Avrupa ile ticaretinde çok önemli rol oynadılar. Bu iki devlet ve tüccarları, o güne kadar iyice kurumlaşmış hale gelen aracılar ağıyla çalışmaktaydı. Fakat asıl büyük kazancın kıtalararası ticaret mallarından yerel ürünlere kayması, farklı cemaatlerin bu ağ içindeki göreli konumlarında yeni bir düzen oluşmasına neden oldu. Yerel aracılar, Batı Anadolu’da her tür ticaret ve iletişim için vazgeçilmez hale geldiler ve Rumlar nüfuz ve güç açısından ön plana çıktılar.
Yabancı tüccarlar aracılarla birlikte çalışmanın yanında Batı Anadolu ticaretine doğrudan da girmek istediler. Gümrük indirimleri, merkezin denetimi azaltması ve hükümetin dışındaki korumacılık ve yargı alanının genişlemesi ile Batı Anadolu, yabancı ticaret çıkarları açısından dünyanın en çekici yerlerinden biri oldu.
İzmir’in uzun dönemde büyümesini ateşleyecek zenginliği yaratan iki gelişme dönemi vardır. İlki, Avrupa’da betimlenen uzun dönemli iktisadi büyüme dalgasıyla eş zamanlıdır. Birbirini izleyen gelişme ve daralma dönemlerinin, bölge ekonomisine derin bir şekilde nüfuz ettiği görülür. 17. yüzyılda Avrupa’da oluşan küresel işbölümü yeniden yapılanarak yatay olarak genişlemiştir.
18. yüzyılın ikinci yarısı, bu Avrupa sisteminde ikinci gelişme dalgasının başlangıcı ile kesişmekteydi. İlk uzun dalga, Osmanlı İmparatorluğu’nun batı topraklarını Asya’dan yapılan transit ticaretinde önemli bir geçit noktası olarak geliştirirken, ikinci dalga, bu alanları tarım ürünleri ve hammadde kaynaklarına dönüştürerek Avrupa ile yapısal olarak bütünleştirdi.
Bundan sonra yabancı tüccarları Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde Birinci Dünya Savaşı ve daha sonra Kurtuluş Savaşı’na kadar hiçbir olumsuzluk buradan uzaklaştırmaya yetmemiştir.[22]
Avrupalı tüccarlar, 18. yüzyılın büyük kısmı boyunca İzmir dış ticaretini büyük ölçüde ellerinde tuttular. Avrupalı tüccarın konumunun bir ölçüde aşınmaya uğramaya başlaması ancak yüzyılın son 20-30 yılında gerçekleşmiştir. Bunun nedenleri bir ölçüde ekonomik, bir ölçüde de siyasiydi. Fransız Devrimi’nin yarattığı toplumsal ve siyasi kargaşa, ardından devrim ve Napolyon savaşları boyunca İngiltere ve Fransa arasında sürüp giden savaş ortamı, Fransa’nın üstünlüğünün kırılmasına Levant’ın uluslararası ticaretinde müstemen tüccarların dolduracağı bir boşluğun oluşmasına neden olmuştur. Dünya ekonomisindeki sürekli büyüme ile birlikte oluşan bu gibi olaylar, Fransa ile İngiltere’yi, serbest ticaret fikirlerinin “eli kulağında olduğu”, fakat henüz yerleşmiş bir devlet politikası haline gelmediği bir dönemde ticaret tekellerini dışarıya açmak zorunda bıraktı. İzmir’de Yahudi ve özellikle Rum tüccarlar, bu ortamda sermayelerini büyütmek ve İzmir’de Avrupalı tüccarların çıkarlarını zedeleyerek uluslararası piyasalardaki ticari faaliyetlerini genişletmek için yararlanmışlardır.[23]
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1838 İngiliz Ticaret Antlaşması ve ardından Tanzimat’ın etkileri kentlere kısa sürede yansımıştır.[24]
1838’de imzalanan Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması ile Osmanlı dış ticaret ilişkileri yeni bir sisteme bağlanmıştır. 19. yüzyıl ticaret sözleşmeleri sistemi adı verilen bu yeni düzenlemeyle Osmanlı İmparatorluğu, içeriği aynı olan ticaret sözleşmelerini Avrupa’da yer alan her devletle ayrı ayrı imzalamıştır. İlber Ortaylı’ya göre, 17. yüzyıl sonlarından beri Osmanlı-Avrupa ticaretini hukuki belgeler, anlaşmalar değil kaçakçılık düzenlemekteydi. 1838 Antlaşması, kaçak yapılan ticaretin belgelenmesinden başka bir şey değildi.[25] Yani kaçak ticaretin her zaman bir potansiyeli olacaktı.
1860’lara kadar İzmir limanında muntazam bir rıhtımın olmaması, gemilerin yükleme ve boşaltma yapmalarında güçlüklere neden olduğu gibi kaçakçılığa da olanak sağlıyordu. Rıhtım yapımı imtiyazı 1867’de bir İngiliz şirketine verilmişti. İmtiyaz daha sonra el değiştirerek Fransızlara geçmiş ve rıhtım yapımı 1880’de tamamlanmıştı.[26]
Bütünleşme bir başka alanda da etkisini göstermekteydi. Osmanlı zımmilerinin bir kısmı andnamelerle yabancılara verilen ayrıcalıklardan da yararlanmak düşüncesiyle yabancı devletlerin tâbiyetine veya himayesine geçmeye çalışıyordu. Söz konusu devletler de ileriye dönük siyasi manevraları açısından bunu uygun buluyorlardı. İzmir’de müstemenlere ilişkin Temettuat sayımları[27] bu konuda çarpıcı bir tablo ortaya koymaktadır. Bu kayıtlar, şehirde birçok kişinin başta Fransa ve İngiltere olmak üzere yabancı devletlerin tâbiyetinde olduklarını göstermektedir. İzmir hinterlandında yapılan yatırımların çoğu ticarete bağlı altyapı yatırımlarıydı. Özellikle malların getirilmesini kolaylaştırmak üzere kara ve demiryolları inşa ediliyordu. 1860’larda İzmir limanına iç bölgelerden gelen mallar, İzmir’in bütün ticari faaliyetinin üçte birini oluşturmaktaydı.[28]
İzmir’de İngiliz tüccar sayısı 1849’da 209 iken 1855’te 919 ve 1856’da 1061’e çıkmıştı.[29] 1847-1880 arasında İzmir’de yabancı nüfus 15.000’den 50.000’e kadar yükseldi. Şehrin toplam nüfusuna oranları %25’e ulaştı.[30] 1895 tarihli Aydın Vilayeti Salnamesi’ne göre İzmir Kazası’na ait nüfus değerleri şöyledir; Katolik 871, Protestan 97, Latin 1347, “ecnebi” yani yabancı “51.247” olarak belirtilmektedir. İzmir Kazası’nın toplam nüfusunun ise “219.621”olduğu görülür.[31]
İzmir, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’dan sonra en kozmopolit şehriydi. Bu durum yüzlerce yıldan beri süren Levant ticaretinin son yüzyıllarda İzmir’de yoğunlaşmasıyla doğrudan ilgiliydi. Yabancı ailelerin yanında özellikle Ege adalarından gelen Rumlar çalışmaktaydı ve hizmetkarlık onların tekelindeydi. Böylece yabancılar, içinde Türkçe, İtalyanca, Fransızca sözcükler bulunan kendine özgü bir Rumca öğrenmekteydi.[32]
Bin yıl önce ataları Anadolu’ya gelerek yerleşen Cenova ve Piza kökenli ailelerden bazıları hâlâ varlıklarını sürdürmektedir. Tüccar olarak Doğu’ya açılan ve Akdeniz ile Karadeniz bölgelerinde koloniler kurmuş olan İtalyanlar, en baştan itibaren yerleşmiş oldukları bölgelerde konuşulan dilleri öğrenmeye önem vermişlerdi.[33]
Sperco’ya göre, Pierre Loti ile aynı konuları işleyen Claude Farrere, esprili Gaston Deschamps ve pek çok Fransız yazar ve gazetecisi yanlış olarak Levanten adı verilen Türkiye’deki yabancılara, kötü şöhret kazandırmış ve onları ısrarla gülünç şekillerde tasvir etmişlerdir. Örneğin Pierre Loti şunları diyecek kadar ileri gitmiştir; “Daha hâlâ harikulâdeliğini biraz koruyabilen bu İstanbul’dan çıkıp, Pera (Beyoğlu) ve onun inceliklerini gördüğümde, sanki Avrupamıza şu gülünç aynalarla bakıyor gibiyim. Kimileri içbükey, kimileri dışbükey olan ve her şeyi şekilsizleştirip komik yönlerini abartarak insanları gülmekten çatlatan aynalar.” Lamartine ise farklı bir tasvirde bulunuyordu: “Avrupa’da Avrupalı kent azdır. Kalabalık, terbiyeli, konuksever, okumuş, sanatkar, her türlü dili konuşan, serbest mesleklerden hepsini icra eden, çeşitli giysileri giyen, değişik dinlere mensup, örf ve adetleri birbirinden farklı olan bu insanlarla İzmir, evrensel bir kent haline gelmiş.” Chateaubriand da İzmir ile ilgili gözlemlerinde; “Beni ziyaret etmek nezaketini gösteren tacirler, zengindiler; ben onları ziyaret ettiğimde de giysilerini sanki daha o sabah Leroi’den almış kadar şıktılar” demektedir.[34]
Türkiye’ye ve özellikle İzmir’e yerleşen İtalyan ailelerinin ataları, 500 yıl önce Venedik, Ceneviz ve diğer İtalyan şehir devletlerinin Akdeniz ticaretinde ağırlıklarını koydukları dönemlerde, önce Ege Denizi’nde Sakız ve diğer adalara yerleşmişlerdi. Önce Sakız’a yerleşen bu aileler daha sonra İzmir’e yerleşmişlerdir.[35]
Günümüzde Aliberti, Penetti, Petrini, Bragiotti, Mainetti, Aliotti, Tito, Missir gibi aileler de hâlâ İzmir’de yaşamaktadır.
Floransa kökenli Aliottiler İzmir’e Sakız adasından göç etmiştir. Enrico Aliotti’nin büyük dedesinin babası Antonio Aliotti de Toskana granddüşesinin konsolosu. Antonio Aliotti bu görevini 1860’a kadar sürdürüyor. Çünkü bir süre sonra üniter bir İtalya kurulacaktı. Büyükbaba Enrico Aliotti tütün, pamuk ve incir ihraç ediyordu. Firmanın adı “Aliotti Birederler”di. Aliottiler, İzmir’de kurulan Şark Halı Şirketi’nin (Oriental Carpet Manifacturers) de ortaklarındandı. Şirket İzmir’deki halı tüccarlarının birleşmesi sonucu ortaya çıkmış ve zamanla dünya çapında bir müessese haline gelmişti. Bu arada İzmir’de üç ayrı Aliotti ailesinin vardı. Biri İzmir merkezli, biri Bucalı, diğeri de Kordelyalı (bugün Karşıyaka) Aliottiler.
1840’lı yıllarda Osmanlı topraklarına gelen Petrini ailesi, İzmir Punta’ya yerleşir. Petriniler Anconalı, Ancona o zamanlar Papato denilen Papalık’a, yani kilise krallığına aitti. Ailenin temsilcilerinden Claudio Petrini o dönemler yoğun bir İtalyan göçünün varlığından söz ederek Amerika’ya gidenlerin, maceracı Osmanlı’ya gelenlerin ise daha yapıcı kişiliğe sahiptir. Ailenin yerleşmiş olduğu Punta semti (Alsancak), o dönemde İtalyan göçmenlerinin en yoğun bulunduğu yerdi. İtalyanlar buralarda daha çok ufak mesleklerde kendilerini gösteriyorlar. Petriniler, İzmir Darağaç’ta kurulan Petrini firması ile deri sanayii alanında faaliyet göstermekteydi.
1856 Islahat Fermanı’nda, yabancıların İmparatorluk topraklarında bazı şartlarla taşınmaz mal edinebilecekleri öngörülmüştü. Ardından 1867’de yabancıların mülk edinebileceklerini öngören kanun çıkarıldı. Bundan sonra yabancılar, özellikle İzmir ve çevresi başta olmak üzere Ege bölgesinde büyük topraklar alarak çiftlikler oluşturdular. Bu konuda İngilizler başta gelmektedir. Hatta İzmir’de zengin İngiliz ailelerden Edwardslar İzmir Körfezi’nin girişinde yer alan “Uzun Ada”yı elde etmiş ve burada oturan köylülerden de kira almıştır. Ada topraklarının tasarrufu konusunda köylülerle ve daha sonra devletle anlaşmazlığa düşmüştür.[36] Stratejik konumu nedeniyle ada Birinci Dünya Savaşı döneminden itibaren hep askeri alan olmuştur.
19. yüzyıl boyunca kentin ve çevresinde halı dokumacılığı bir sanayi kolu olarak gelişmiştir. Kentte pamuk işleme sanayii de 1860’tan sonra gelişme göstermiştir. Kent ekonomisinde önemli yeri olan ve su gücü ile çalışan un değirmenleri, 1850’den sonra yerini buhar gücü ile çalışanlara bırakmıştır. Bu sektörlerin çoğu İngiliz sermayesi, tekniği ve malzemesiyle kurulmuştu.[37]
Kente yerleşmiş olan tüccarlar, Batı Anadolu Bölgesi’nin İzmir’e uygun yollarla bağlanmasının ticaretlerini olumlu etkileyeceğini biliyorlardı. Robert Wilkin adlı İngiliz tüccarı dört ortağıyla 1855’te İzmir-Aydın Demiryolu imtiyazını istemiş ve imtiyaz 1856’da verilmiştir, Wilkin ve ortakları bu imtiyazı İngiltere’de başka bir gruba satmıştır. 1857’de “İzmir’den Aydın’a Osmanlı Demiryolu” adlı bir şirket kurularak yapım işine girişilmiştir.[38] İzmir-Kasaba Demiryolu imtiyazını da İngilizler almış ancak daha sonra Fransa-Belçika kapitalistlerinin eline geçmiştir.[39]
Ticaretin ivme kazandığı bu süreç içinde İzmir’in yönetim, sağlık, eğitim ve öğretimde yeni düzenlemeler ortaya çıkmıştır. Özellikle yabancı tüccarların isteği ve başvurularıyla 1864’te İzmir belediye örgütü İstanbul örneğinde düzenlenmiştir. Belediye Meclisi’nde İngiliz tüccarlar söz sahibi olma çabalarını sürdürmüşler, Ticaret Mahkemesi’nin üç üyesinden birini aralarından seçme ayrıcalığını elde etmişlerdir. Bu gelişmeler sürmüş ve yeni ticaret mahkemeleri açılırken, kentin ticari çıkarlarını savunmayı kendine görev edindiğini belirten Smyrna Mail gazetesi yayınlanmaya başlamıştı.[40] İzmir’in kozmopolit yapısına uygun olarak Türkçe dışı bir basın[41] da gelişmişti.
Kent dokusu söz konusu olduğunda, Patrice Chauvierre’in belirttiğine göre, İzmir’de Frenk Caddesi ve Gül mahallesinde aristokratik evlerde, Doğu’nun lüksüyle Avrupa konforu birbirine karışmıştı.[42]
1865’te açılan İzmir-Bornova banliyo tren hattı hizmete girmişti. Söz konusu hat boyunca İngiliz ve Fransızların yerleşim yerleri bulunmaktaydı. Trende İngilizler için özel vagonlar bulunuyordu. Bu kesimin güç ve etkinliğine ilişkin başka bir örnek de 20 Nisan 1863’te İzmir’e gelen Padişah Abdülaziz’î İzmir’de kaldığı süre içinde Bornova’da M. Whittall, Buca’da ise Baltazzilerin konuk etmesiydi.[43]
İzmir’e yerleşmiş olan yabancı tüccarlar, güçleriyle paralel olarak önemli işletme imtiyazlar elde etmişlerdir. Özellikle 19. yüzyılda teknolojik olarak sanayi açısından çok önemli olan krom ve zımpara maden yataklarını işleten bu tüccarlar alanlarında dünya çapında tekel oluşturmuşlar ve çok zenginleşmişlerdir. Maden imtiyazı almak için rakipleriyle büyük bir mücadeleye girişen ve büyük masraflarla işletme imtiyazını almayı başaran bu yabancı tüccarlardan bazılarını belirtmek gerekirse; İngiliz tüccar Edward Whittall, Ernest Abbott zımpara, Ernest ve Duglas Paterson adlı İngiliz tüccarlar da krom işletmeciliği ve ticareti konusunda dünya çapında bir güç oluşturmuşlardı. Yine İngiliz tüccarlardan Clark Forbes linyit, Alfred ve Alber Bilyotti adlı İtalyan tüccarlar krom, Alfred Barker adlı İngiliz tüccar cıva, J. W. Wilkinson adlı tüccar antimuan yatakları işletmekteydi.[44] 19. yüzyılın son çeyreğinde Avrupa ile ticari bağlantıları olan en tanınmış tüccarlar ve işyerlerinin bulunduğu yerler şunlardı:
Şarl Whittall ve Ortakları (Frenk Mahallesinde Whittall Frenkhanesinde),[45] Alyotti Kardeşler (Rıhtım üzerinde), Piyer Alyotti (Küçük Vezir Hanı), Con Buskovich (Rıhtım’ın yan caddesi), Deval Kifre (Rıhtım üzerinde), Barry Kardeşler (Halkalıkapı’da Sofyanbolu Ferhanesi), Paterson ve Ortakları (Üçyol ağzı), Con Honişr (İngiliz İskelesi’nde Honişr Ferhanesi), Salzani ve Ortakları (Honişr Ferhanesinde), Rees (Yuanoğlu Hanı), Daponte (Eski Gümrük civarı), A. Bon ve Ortakları (Rıhtım üzerinde), Blum Kardeşler (Barry Ferhanesi), Kozinir Oğulları (Kozinir Ferhanesi), Frederik Patrice Kompani (Alyotti Ferhanesi), Jkob Baladur ve Ortakları (Halim Ağa Çarşısı), Fratel Alyotti ve Oğulları (Rıhtım üzerinde), S. Milh (Tuzla Hanı), Lahen Bahn (Baladur Ferhanesi), Covanni Fondre (Rıhtım üzerinde), Frederik Didaev (Yuanoğlu Hanı).[46]
İzmir’e Yerleşmiş Yabancılar ve Levanten Aileler
İzmir’de yabancı tüccar aileleri arasında zamanla karışık bir akrabalık ilişkisi oluşmuştur. Bu ailelerin saptanmasında kilise kayıtları ve mezarlıklar yardımcı oldu. Anglikan Kilisesi Mezarlığı’nda bulunan mezartaşlarına göre saptanan aileler şunlardır: Blakler, Borrel, Brant, Cadoux, De Jongh, Edwards, Forbes, Gout, Gordon, Griffitt, Hegınbotham, Honisher, Lewis, Maltass, Oswald, Peacock, Pengelly, Purdie, Rees, Rocca, Smith, Sparth, Werry, Webber, Weakley, Williamson, Wilkin, Wilkinson.
Genellikle Fransızların ve Fransız koruması altındaki Katolik ailelerin mezarlarının bulunduğu St. Polycarpe Kilisesi’ndeki mezar taşlarında da şu saptamalar yapılabilir.[47] 18. yüzyılın ikinci yarısına ait bazı mezar taşlarından belirlenen aileler; Gaspary (1728), de Peleran (1736, 1747), Glavany (1740), Della Rosa (1744), Marangon (1780), Musmus (1785), de Tokat (1796), Missir (1797), Cortazzi (1797), Tricon (1799).
Fransız aileler şöyle sıralanabilir: Amic, Ayrolles, Barbier, Belhomme, Blancart, Bonnet, Boulanger, Bounin, Boyer, Brest, Caporal, Castellan, Chabaud, Cousinery, Couturier, Dauphin, Escalon, Floquin, Fonton, Gaspary, Gay, Giraud, Gondran, Granier, Guizol, Guys, Icard, Jubelin, la Fontaine, la Foret, Loir Laugier, Montesquieu (?), de Nerciat Pagy, Peiron, Peleran, Racord, Radice, Remusat, Robolly, Rossi, Roustan, Routier, de St.Andre (Abria), Salzani, Sapet, Schmaltz, Dejean, Desbordes, de Damas, Dubourdieu, Ledoulx, Majestre, Michel, Mihiere, Tastavin, Teisseire, Textoris, Toron, Tricon.
Alsancak’ta bulunan St. Maria Kilisesi’nin kayıtlarından saptayabildiğimiz kadarıyla İtalyan kökenli aileler ise şunlardır: Abajole, Aliotti, Alberti, Arcas, Armao, Armacolla, Aperio, Beringher, Betrizza, Basfi, Bazili, Baba, Brazzafogli, Bragiotti, Balladur, Baltazzi, Borg, Bonici, Brancuici, Balliano, Basso, Bereheti, Buthigicy, Bioni, Bargigli, Billiotti, Biffi, Betti, Bonnici, Boretti, Batika, Badetti, Calomeni, Cartizza, Covery, Corsini, Copponi, Colloni, Castelli, Dellatolla, De Larno, De Polo, Dracopoli, De Grimaldi, Drachsoglou, De Chaberti, Devis, Drossa, Dabour, Di Ciorgio, Dermond, D’Andria, Dito, Essarco, Espozita, Finale, Foscola, Filippiuci, Ferroni, Ferchen, Ferigo, Fantazio, Fiorovich, Fenek, Gigante, Gabelli, Pariente, Papi, Prossen, Galizzi, Guidici, Sigala, Sperco, Sponzo, Russo, Ruggieri, Mellini, Mirale, Missi, Negroponte, Valeri.
Hemen tümü ticaretle uğraşmış olan bu Avrupa kökenli ailelerden birkaçı üzerinde kısaca durmak gerekirse arşiv belgeleri dışında aile kayıtları ve hatıralar önemli bilgiler içermektedir.
Örneğin, Fransız kökenli olan Gıraud ailesinin Türkiye’ye gelen ilk üyesi Jean Baptiste Giraud’dur. Aile ile ilgili bir kaynakta,[48] Fransa’da “Kralcı” olduğu belirtilen Giraudlardan Jean Baptiste Giraud’un İzmir’e geliş nedeninin sanıldığı gibi Fransız İhtilali’nin teröründen kaçmak[49] değil ticaret amaçlı olduğu ve 1789’dan önce 1787’de İzmir’e geldiği belirtilmektedir. Aile önce Venedik kökenli Cortazzi ailesiyle ardından da İngiliz kökenli Whittall ailesiyle akraba olur.
Whittall ailesine gelince, Charlton Whittall, 1809’da Liverpool’daki Messrs, Breed&Co’nun temsilcisi olarak İzmir’e gönderilmiştir. 1811’de C. Whittall and Company adıyla kendi şirketini kurar ve Messrs, Breed&Co’nun sahiplerinden Mr. Breed ile ortak olur. Ardından kız kardeşi Mary Whittall de İzmir’e gelir. İngiliz tüccarr Whittall, İzmir’de işlerini geliştirerek önemli bir güce kavuşur. Bu devletle olan ilişkilerine de yansır. Örneğin, aile kayıtlarında 1863 yılında Sultan Abdülaziz’in Charlton Whittall’ü ziyaretinden sözedilir. Padişah’ın aileyi onurlandırması şöyle anlatılır: ”24 Nisan 1863’te İzmir’e yaptığı ziyarette Majeste Sultan Abdülaziz, Charlton’u Bornova’daki evini ziyaret ederek onurlandırdı ve günün önemli bir kısmını burada geçirdi…Sultan, evsahibinin geniş bahçesinde bir yürüyüş yaptı ve ev sahibinin ricası üzerine ve onun eşliğinde, Bornova’da Mr. Whittall’ün birkaç yıl önce yaptırdığı Protestan Kilisesi’ne girdi. Fakat bana anlatıldığına göre, kilisenin giriş kapısında Sultan başındakini çıkarmış. Bu da o zaman her yerde fesleriyle dolaşan Rum ve Ermeni memurları tarafından bile gösterilmeyen, alışılmadık bir saygının ifadesiydi.”[50]
1840 yılında İzmir’de 35 İngiliz ticarethanesi vardı ve en güçlüsü Whittall Şirketi’ydi.[51] Whittall ailesi mali olarak gittikçe güçlenmiş, önemli imtiyazlar elde etmiştir. Whittaller, 20. yüzyıl başlarında Türkiye’nin çeşitli yerlerinde 48 işyerine sahipti.[52]
Bazı olaylar karşısında izledikleri yöntemler Whittallerin, elde etmiş oldukları gücün farkında olduklarını ve bunu bazen Osmanlı yönetiminin yetki alanlarını zorlayacak şekilde kullandıklarını göstermektedir. Bunlardan biri, eşkiyalık hareketlerinin yoğun olduğu İzmir ve çevresinde zengin yabancı tüccarlara ve ailelerine yönelik kaçırma ve fidye isteme olaylarında[53] kendini göstermektedir. Örneğin 1887’de Richard Whittall ve akrabası Wilkinson’un çocukları eşkıya tarafından dağa kaldırılmış ve yüksek miktarda fidye istenmiştir. Bu olay yetkililer tarafından ele alınıp eşkıyanın takibine başlanmışken, Whittall bununla tatmin olmayarak kişisel girişimlerde bulunmuş ve bunu ”eşkıyaların takibini kendisinin yaptığını” belirten bir mektubu İstanbul’da çıkan Tercuman-ı Ahval ve Tarik gazetelerine göndererek[54] açıklamıştır. Benzer bir olay 1895’te tekrarlanmıştır. Burada da yabancı tacir ve konsolosu ile Osmanlı yetkilileri arasında bir yetki ve alan çatışması görülmektedir.[55]
Yine önde gelen ailelerden La Fontaine ailesi ile ilgili anlatımlarda, Fransa’daki kökenlerinden söz edilirken ünlü hikayeci Jean De Lafontaine ile akrabalık iddiasında bulundukları görülür. Lafontaine, önceleri bitişik yazılırken daha sonra aile üyelerinden biri tarafından ailenin soyadı La Fontaine olarak bölünmüştür. Aileden James La Fontaine, Honorable Levant Company’nin üyesi olduktan sonra[56] İzmir’e gelir. Charles Constantine Lafontaine ise 1825’te İstanbul’da Hayes La Fontaine&Co.’nun bir şubesini açarak ticarete başlamıştır. Charles La Fontaine 1856 veya 1857’de İzmir’de Osmanlı Bankası Müdürlüğü yapmıştır. La Fontain adına, Pelion Simli Kurşun Madenleri yöneticiliği ve maden ve gemicilik alanlarında, Duyun-u Umumiye idaresi gibi alanlarda rastlanmaktadır.[57]
Mezartaşları, aile üyelerinin Bornova’daki İngiliz Protestan[58] mezarlığına gömülmüş olduklarını göstermektedir. Aile tarihinin, Osmanlı döneminde bazı olaylarla ilginç bağlantıları vardır. Örneğin, James Edward La Fontaine 1915’te tutuklanarak Çorum’a sürgün edilmiştir. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri Eyüp Sabri Bey’e sunmuş olduğu hizmetlerden dolayı Talat Paşa tarafından serbest bırakılmıştır. 1917 Temmuzu’nda aralarında İstanbul’dan Dr. Frew’in de bulunduğu üç İngiliz ile birlikte tekrar tutuklanan ve Mucur’a sürgün edilen La Fontaine, İzmir Valisi Rahmi Bey’in çabalarıyla serbest bırakılır.[59]
Tanınmış tüccar ailelerden biri de 1827’de Fransa’dan İzmir’e gelerek yerleşen Charnaud ailesidir. La Fontaine ailesiyle birlikte, Levant Company’nin ortaklarından Hayes ve ortaklarının küçük birer kalıntısı olarak işe başlamış olan Charnaud ailesi, Whittall, Lee ve Barker aileleriyle karışarak kısa bir süre içinde büyük bir ticaret ağı kurmuşlardır.[60]
Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 14 Sayfa: 283-292
-
TÜRKIYE'NİN EN DEĞERLİ PARASI
26 2023, 12:44 -
TRT BELGESEL'DE TÜRK YOK MÜSLÜMAN MI VAR ?
25 2023, 20:46 -
KUTÜ'L AMÂRE ZAFERİ
29 2023, 12:24 -
Atatürk: Bir Ümmeti Millet Yapma Yolunda Bir Ömür
15 2023, 01:25 -
Tabip: Dr. Reşit Galip (Baydur)
15 2023, 01:21 -
Günümüz Macar Turancılığı
15 2023, 01:16 -
Efsane Paşa Hasan Kundakçı Vefat Etti
17 2023, 15:31 -
ANADOLU ÖZ BE ÖZ TÜRK VATANIDIR
03 2023, 16:18 -
TÜRK’üm Diyorsan BİLMEK Zorundasın ...
04 2022, 13:36 -
Bir Padişahın Kuluna Bak Birde Tanrı'nın Kuluna.
21 2022, 12:28